onedio

Abdullah Öcalan Haberleri

Abdullah Öcalan ile ilgili tüm haberler, içerikler, galeriler, testler ve videolar Onedio’da. Abdullah Öcalan ile ilgili son dakika haberleri ve gelişmelerini, yeni içerikleri de bu sayfa üzerinden takip edebilirsiniz.

trend-arrow

Popüler İçerikler

"Erdoğan ve Öcalan Yüz Yüze Görüştü, Anlaştı"
MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, Oslo görüşmelerine Abdullah Öcalan ve Başbakan Erdoğan'ın da katıldığını ima etti. Terörist başı Öcalan’la Başbakan Erdoğan'ın 'KCK Paralel Devlet' oluşturulmasında Kuzey Kürdistan’ın inşa edilmesinde ve Türkiye’de bir Kürdistan coğrafyası oluşturulmasında anlaşmaya vardığını iddia eden Vural, 'Bu anlaşma muhtemelen yüz yüze bir görüşme neticesinde olduğuna ilişkin bende bir kanaat güçlüdür.' dedi. Seçim gezileri kapsamında Antalya'ya gelen Oktay Vural, parti binasında düzenlediği basın toplantısında ülke gündemiyle ilgili açıklamalarda bulundu. Vural, son günlerde sosyal medyada dolaşan 'Oslo görüşmelerine Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan da katıldı' iddialarını değerlendirdi. Kendisinin bir ay önce 'Oslo’da Öcalan’ın fotoğrafının yer aldığı bir şey var mıdır?' diye sorduğunu hatırlatan Vural, 'Yine soruyorum. Ben yadırganacak bir şey de görmüyorum. Çünkü ruh ikizi Erdoğan ve Öcalan beraber yürüyorlar, iki tarafı var. Erdoğan 'Beraber yürüdük biz bu yollarda' demişti. 'Beraber ıslandık' demişti vatandaşa. Ustalık döneminde gördük ki beraber yürüttüklerini ve beraber böldükleriyle devam ediyor. İşte beraber yürüttükleri hayırsever Reza, beraber böldükleri de Öcalan. Böyle bakıldığı zaman Abdullah Öcalan’ın doğrudan doğruya Erdoğan tarafından muhatap alındığı gayet açık ve nettir.' şeklinde konuştu. 'HARİTA ÜZERİNDE ANLAŞTIKLARINI BİLİYORUZ' Milliyet gazetesi sahibi Erdoğan Demirören’in İmralı tutanaklarının yayınlanmasından dolayı Başbakan Erdoğan tarafından azarlandığını ifade eden Vural, Öcalan'ın Erdoğan’ın koruma ve kollaması altında olduğunu kaydetti. Oslo'daki müzakereler sırasında Başbakan’ın Öcalan’la irtibata geçmesinin yadırganacak bir husus olmadığını belirten Vural, sözlerine şöyle devam etti 'Bunun böyle olabileceğini düşünen genel başkanımız 'Televizyon verildiğinde acaba görüntülü telefon var mıdır?' Acaba Öcalan İmralı'da mı? diye sormuştu. Demek ki bu soruların bir hikmeti vardır. Dolayısıyla bu millet Öcalan’ı muhatap alan, Öcalan’ı koruyan ve kollayan zihniyetin ne yaptığını bilme hakkıdır. Bu resimlere ne diyecek doğrusu merak ediyorum. Biz de bekliyoruz. Ama görünen köy kılavuz istemez. Başbakan Erdoğan yol arkadaşı Öcalan olduğu gayet açık ve net ortadadır. Böyle bir fotoğraf olduğunu biliyoruz. Fotoğrafın ötesinde bir harita üzerinde anlaştıklarını biliyoruz. Bu haritayı da meşrulaştırmak için adım atacaklarını söylüyorlar.' 'ÖCALAN İLE ERDOĞAN KUZEY KÜRDİSTAN İNŞASINDA ANLAŞTI' Başbakan'ın miting meydanlarında 'Çözüm süreci devam edecektir' dediğini hatırlatan Vural, şu soruları sordu: 'Nereye kadar? Ne vaat ettin ve vereceksin? Kimi sen kontrol etmek istiyorsun? Bu süreçten sonra devam edilecek dediği şey 30 Mart’tan sonra Doğu ve Güneydoğu'da özerklik ve federasyondur. Siyasal çözümün hedefi budur. 'Çözüm devam edecek' diyen Erdoğan, devam ettireceğin başka ne kaldı?' AKP’ye oy verenlerin bu soruları sorması gerektiğini ifade eden Vural, 'Türkiye’yi nereye götüreceksin? Sonucunu söyle. Tablo bellidir ki Öcalan’la Erdoğan 'KCK Paralel Devlet' oluşturulmasında Kuzey Kürdistan’ın inşa edilmesinde, Türkiye’de bir Kürdistan coğrafyası oluşturmakta bir anlaşmaya varmışlardır. Bu anlaşma muhtemelen yüz yüze bir görüşme neticesinde olduğuna ilişkin bende bir kanaat güçlüdür.' iddiasında bulundu. 'AKP, BALYOZ VE ERGENEKON SÜRECİNİ YÖNLENDİRDİ' Okta Vural, Balyoz davasında hüküm giyen milletvekilleri Engin Alan'ın tahliye edilmemesini ise 'Maalesef bir tahliye söz konusu değil. Zaten yargı karman çorman, mahkemeler birbiriyle girmiş. Adalet bakanı ne yaptığını bilmiyor.' şeklinde değerlendirdi. Vural, AK Parti’nin Balyoz ve Ergenekon süreçlerini yönlendirdiğini, bunun tarihin karanlığında kalmayacağını ifade etti. 'Raflarda indirilen planların hangi amaçlar için kullanıldığını hangi amaçlar için yönlendirildiğini bütün milletimiz idrak etmelidir.' diyen Vural, şunları ifade etti: 'Bundan önce Balyoz ve Ergenekon ile ilgili iddiaları 'milli iradeye darbe vurmak istiyorlar. Biz demokrasinin yanındayız' diye milli iradeden yetki isteyenler, milli iradeyi çalmışlardır. HSYK ile ilgili 12 Eylül referandumunda da 'milletin yargısı yapacağız' diye yine milli iradeyi çalmışlardır, 'darbe tehditleri var' diyerek. Şimdi geldiğimiz bu noktalarda da rüşvet ve yolsuzluğun üstünü örtmek için de 'yargı darbesi var' diyerek yine kendilerini bu süreçten kurtarmak istiyorlar. Bu süreçlerin hangi siyasi hedeflerle yönlendirdiğini AKP’nin nasıl yönlendirdiği yaşla kurunun nasıl bir araya getirildiği bundan sonraki süreçte de takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum.' 'FETHİYE'DE DERİN AKP İŞ BAŞINDA' Muğla'nın Fethiye ilçesinde önceki gün yaşanan olaylarla ilgili olarak da Vural, 'Derin AKP iş başında.' yorumunu yaptı. 'Derin AKP ve AKP’yi kurtarmak için kaotik bir ortamın, başka tartışmaları gündeme getirmek istediğini' söyleyen Vural, 'Toplumun içerisinde bu karmaşaların oluşturulabilmesi için birileri maşa olarak kullanılıyor mu? Yönlendiriliyor mu?' sorusunu sordu. AK Parti'nin kendisi ile ilgili tartışmaları toplumdan uzaklaştırmak amacıyla toplumda bir çatışma ortamı oluşturulmak amacıyla 'cambaza bak' siyaseti uygulandığını kaydeden Vural, 'Provokasyonlar olabileceğini genel başkanımız çok önceden ifade etmiştir. Rahmetli Cengiz Ayyıldız’ın öldürülme sürecinden itibaren bakıldığında bu süreç içerisinde gerçekten AKP toplumda kendisinin tartışılması yerine başka olayların tartışılmasını gündeme getiriyor olabilir. Bu konuda endişemiz var. MHP olarak biz demokrasiyi sokakta değil sandıkta çalıştıracağız. Kaotik ortama girilmesi kabul edilecek bir durum değildir. Bu durumdan en fazla faydalanacak olanda sıkışmış, yorulmuş bitmiş Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’dir.' ifadelerini kullandı. 'BAŞBAKAN, İNSANLARI BİRBİRİNE KIRDIRMAK İSTİYOR' Erzurum'da veli ziyaretine giden iki öğretmenin AK Partili oldukları iddia edilen 5 kişi tarafından dövülmesi olayına da değine Oktay Vural, bunun Başbakan Erdoğan'ın toplumla kutuplaşma ve çatışmayı körüklemesinin sonucu olduğunu vurguladı. Başbakan'ın miting meydanlarında kin, nefret ve düşmanlık ürettiğini belirten Vural, şöyle devam etti: 'Çok tehlikeli bir oyundur. Toplumsal kutuplaşmayı hızlandırarak düşman üreterek kendisine oy vermiş insanları başkalarına düşman kılarak seçmen konsolidasyonu yapmak istiyor. Bunu Gezi Parkı ekseninde de uyguladı. Şimdi de uyguluyor. Bu bir toplumdan giderek uzaklaşan ve toplumsal desteği azalan Erdoğan’ın manipülasyonudur. Böylelikle kutuplaşma ve çatışma meydana getirip bu konuda düşman üreterek toplumu yönetme modellerinden biridir. Bunun hayrı yoktur. 'Türkiye’de iç düşman yok' diyen Erdoğan bugün kendisine iç düşman oluşturmakta ve insanları birbirine kırdırarak siyaset üretmektedir. Böyle bir olay, gerçekten toplumsal kutuplaşmanın hangi boyutlara kadar götürebileceğini, makam mevki ve ihtirasın birbirine düşman kılınarak bu boyuta gelmesi kabul edilebilir gibi değildir. Bu bakımdan Erdoğan, kin ve nefret kusmaktan ve milleti birbirine kırdırmaktan ve devleti çökertmekten vazgeçmelidir.' CİHAN
Abdullah Öcalan'ın Serbest Kalacağı Tarihi Açıkladı!
BDP Iğdır Milletvekili Pervin Buldan, kentte düzenlenen Nevruz kutlamalarında yaptığı konuşmada, 2015 yılının Kürtlerin yılı olacağını belirterek, '2015 yılı sayın Öcalan'ın özgürlüğüne kavuştuğu yıl olacak' dedi. Öcalan'ın ikinci Nevruz mektubunu yarın Diyarbakır'da kendisinin Kürtçe okuyacağını belirten Buldan, 'İkinci mektupta sayın Öcalan hükümete ve devlete belli bir süre daha tanıyacak. Bu süre içerisinde hükümet, devlet adım atmasa sayın Öcalan süreçten çekilebilir' diye konuştu. Çevre yolu üzerindeki meydanda düzenlenen nevruz kutlamalarına yaklaşık 3 bin kişi katıldı. Milletvekilleri Pervin Buldan ve Sırrı Sakık ile Belediye Başkanı Hüseyin Malk da nevruza katıldı. Burada konuşan Pervin Buldan, nevruzun isyan olduğunu, aynı zamanda zalimlere karşı baş kaldırma anlamı taşıdığını bildirdi. CNN Türk
İşte Abdullah Öcalan'ın Mesajı
Abdullah Öcalan, Nevruz için yayımladığı mesajında sürecin yol ayrımında olduğunu söyledi ve Türkiye'deki gündemi değerlendirdi: 'Darbelerle ya da radikal demokrasiyle yola devam edeceğiz.' Öcalan mektubunda, hükümetin çözüm süreciyle ilgili tavrını eleştirdi; 'Şu ana kadar yürütülen bir diyaloğ süreciydi ve önemliydi. Bu süreçte iki taraf da birbirlerinin iyi niyetini, gerçekçiliğini, yeterliliğini test etmiştir. Bu testten hükümetin ağırdan alma, tek taraflı yürütme, yasal temelden kaçınma ve uzatma tutumuna rağmen iki taraf da barış arayışından kararlılıkla çıkmıştır. Gelgelelim diyaloğ süreçleri önemli olmakla birlikte bir bağlayıcılık içermezler. Bundan dolayı da kalıcı bir barış için yeterli güvence oluşturamazlar.' Abdullah Öcalan, hükümetten talebini ise 'Gelinen noktada müzakere sistematiği için yasal bir çerçeve kaçınılmaz olmuştur' sözleriyle dile getirdi. Hükümet-Cemaat kavgası Öcalan Hükümet-Cemaat kavgasına da üstü kapalı olarak değindi; 'Son Newrozdan bugüne yaşadığımız güncel somut durum tam da çatallaşmaya başlayan bu yol ayrımını ifade etmektedir. Ya son 200 yıllık kapitalist moderniteye dayalı komplocu-darbeci rejim kendini yeniden restore ederek sürdürecektir ya da tarihsel rotasına oturtulmuş Türk-Kürt ilişkileri en kapsamlı demokratik reformlardan geçerek demokratik anayasal bir rejimle komplocu-darbeci mekanizmaları parçalayarak çözümlenecektir. Bütün ara yollar ve geçici biçimler artık miyadını doldurmuştur' 'Bizim büyük barış yolculuğumuz Oslo'dan Paris'e, Gever'den Lice'ye, KCK operasyonlarından hasta tutsaklarımıza dönük zalim tutuma varana değin bir çok saldırıya maruz kalmıştır. İşte bütün bu kirli oyunları bozan, Uluslararası Gladyo hakimiyetini sarsan ve boşa çıkaracak olan da bu harekettir; yani sizlersiniz. Bütün bölgedeki vesayet düzenlerinin etkisizleştirilmesinde bizim yürüttüğümüz mücadelenin çok büyük bir payı vardır. Türlü biçimlere bürünerek karşımıza çıkan uluslarası komplolara karşı yeterli dikkati göstermek tarihsel sorumluluğumuzdur' Üslûp uyarısı Öcalan isim vermeden Kandil yönetimine ise, 'Sorumlu bir dil ve üslup bir çok ırkçı psikolojik harp metodlarını boşa çıkaracağı gibi büyük barışımızın da temel karakteri olacaktır' sözleriyle mesaj yolladı. Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) Şanlıurfa Belediyesi başkan adayı Osman Baydemir, alanda yaptığı konuşmada “Bugün artık özgürlük yoluna, kardeşlik yoluna girilmiştir. Orta Doğu halklarına örnek olacak bir tablo ortaya çıkmıştır. Milyonların kalbi bu meydanda bütün dünyaya karşı atıyor. Şükürler olsun ki bugün kendi dilimizle bu meydandan dünyaya mesaj verebiliyoruz” ifadelerini kullandı. Artık Türkiye’nin hiçbir kentine cenaze haberi gitmediğini belirten Baydemir, “Şükürler olsun annelerimiz gözyaşı dökmüyor. Sizin haklı duruşunuz bizleri bugün barış iklimine getirdi” şeklinde konuştu. Yoğun katılım Kutlamalara yaklaşık 2 milyon kişinin katılması bekleniyor. Nevruz alanında bulunan Al Jazeera muhabiri Kadir Konuksever, Nevruz alanına gelişlerin sabah 08.00 itibari ile başladığını ve tamamen dolduğunu belirtirken, kutlamaların yapıldığı bölgeye Öcalan afişleri ve sloganların yer aldığı pankartların asıldığını söyledi. Al Jazeera ’ya konuşan bazı vatandaşlar, Öcalan’ın çözüm süreciyle ilgili açıklanacak mektupla ilgili beklentilerinin olumlu olduğunu ve sürecin devamına yönelik mesajlar çıkmasını umduklarını ifade etti. Nevruz alanının farklı noktalarına ‘Öcalan'a özgürlük’ ve hasta mahkumların bırakılması çağrısı için kampanyaların yürütüldüğü imza standları kuruldu. Nevruz, siyasi kimliğinin yanısıra kendi ekonomisini de yarattı. Alanda çok sayıda yiyecek ve içecek standı yer alıyor. Alanın çevresinde çok fazla polis yok ancak bölge havadan helikopterle takip ediliyor. Kaynak: Al Jazeera
Sosyal Medya'dan Nagehan Alçı Tepkisi
Çözüm süreciyle ilgili hükümetin görevlendirdiği bir grup gazetecinin Abdullah Öcalan ile görüşmek için İmralı’ya gideceği iddia ediliyor. İddiaya göre;  Abdullah Öcalan’la görüşecek olan gazeteciler şunlar;1-Vatan Gazetesi yazarıHüseyin Yayman2-Türkiye Gazetesi yazarıYıldıray Oğur3-Habertürk Gazetesi yazarıNihal Bengisu Karaca4-Radikal yazarı Oral Çalışlar5-Milliyet yazarı Nagehan Alçı6-Sivil Dayanışma Platformu'ndan Ayhan OganSOSYAL MEDYADA NELER SÖYLENDİBu iddiaların üzerine sosyal medyada pek çok yorum yapıldı.İşte o yorumlardan bazıları...
Mağden: 'Soykırımı Reddeden Bir Milletin Çocuklarından Ne Bekleyebiliriz?'
Perihan Mağden, 'Bence AKP’liler de Kemalistler de ikisi de birbirilerinin içindeki en kötü tarafları ortaya çıkardılar ve olduklarından daha kötü bir noktaya gittiler' dedi Yeni çıkan kitabı “Tehlikeli Temayüller”le ilgili olarak Agos’a konuşan yazar Perihan Mağden , “Türkiye söz konusu olduğunda ‘banallik’ çok önemli bir kavram. Banallik Türkçeye ‘sıradanlık’ olarak çevrildi ama bence tam karşılamıyor. Banal kelimesi Türklük hallerini çok güzel karşılıyor. Soykırımı reddetme utanmazlığının da bu banallikle ilgili olduğunu düşünüyorum” dedi. Mağden, “Aslında bu konuda en güzel sözü kızım söyledi: Bir şeye çok öfkelenmiştim, “Neden bunu anlamıyorlar, neden görmüyorlar?” diye bağırıyordum. Kızım; “Anne, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmeyen, görmek istemeyen insanlardan ne bekliyorsun?” dedi. Hakikaten bu gerçeği reddeden bir milletin çocuklarından ne bekleyebiliriz?” diye konuştu. Agos gazetesinden Ferda Balancar, yeni kitabı “Tehlikeli Temayüller” ile okuyucularıyla buluşan Perihan Mağden ile konuştu. Ferda Balancar’ın Perihan Mağden ile yaptığı söyleşi şöyle: Yüzleşememe deyince akıllara 1915 geliyor. Türkiye’nin ‘yüzleşememe macerası’nda Ermeni Soykırımı’nın yeri nedir? Kitapta Hannah Arendt’in kötülüğün banalliği kavramını çok sık kullandım. Türkiye söz konusu olduğunda ‘banallik’ çok önemli bir kavram. Banallik Türkçeye ‘sıradanlık’ olarak çevrildi ama bence tam karşılamıyor. Banal kelimesi Türklük hallerini çok güzel karşılıyor. Soykırımı reddetme utanmazlığının da bu banallikle ilgili olduğunu düşünüyorum. Aslında bu konuda en güzel sözü kızım söyledi: Bir şeye çok öfkelenmiştim, “Neden bunu anlamıyorlar, neden görmüyorlar?” diye bağırıyordum. Kızım; “Anne, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmeyen, görmek istemeyen insanlardan ne bekliyorsun?” dedi. Hakikaten bu gerçeği reddeden bir milletin çocuklarından ne bekleyebiliriz? Sokağın ortasında bir ceset yatıyor ve biz arabamızla üstünden geçiyoruz sanki… Biz o cesedi gömüp, yasını tutup, yüzleşmediğimiz sürece, şuradan şuraya gidemeyiz. Türkiye’nin yüzleşememe sorununda her zaman düşündüğüm bir meseledir ‘soykırımın reddi’. 2015’ten ne bekliyorsunuz? 100. yılında Türkiye, Ermeni Soykırımı ile yüzleşebilecek mi? Bence daha kötüye gidiyoruz. Bence AKP’liler de Kemalistler de ikisi de birbirilerinin içindeki en kötü tarafları ortaya çıkardılar ve olduklarından daha kötü bir noktaya gittiler. Her iki kesimde de nefret ve kin izleri daha da büyüdü. O yüzden böyle bir yüzleşmeyi mümkün görmüyorum. Her iki kesim de bir felsefi zelzele ya da algı depremi yaşamazsa böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Ermeni meselesi bizim hayatımızdaki çok önemli bir kara delik. Bu deliği kapamadığımız sürece yol alamayız. Önümüzde ruhsal olarak bir çukur var. Yazılardan birinin başlığı ‘Dırdırlanma Geleneği/İsyan Eksikliği’. Gezi, yazıda vurguladığınız ‘isyan eksikliği’nin sonu mu, yoksa zaman içinde ‘dırdırlanma geleneği’ne teslim mi olundu? Bence Gezi dırdırlanmaya dönüşmedi, zira netice aldı. O AVM, Gezi Parkı’na dikilemedi. Gezi, bir şehir kalkışmasıydı ve ilkti. Gezi’ye önce mesafeli yaklaştım. Cumhuriyet mitinglerinin simülasyonu mu olacak endişesi duydum. Özellikle ortaya çıkan bayraklar bende bu endişeyi yarattı. Ama zaman içinde çok farklı kesimlerin muhalif bir sesin ortaklığında buluştuğunu gördüm. AK Parti hiçbir demokratikleşme vaadini tutmadığı gibi, diktatörlük yolunda ciddi adımlar da attı. Buna karşı tepki çok önemliydi. Gezi’nin önemi de burada. AK Partililerin Gezi karşısındaki tutumunu nasıl yorumluyorsunuz? Başbakan Erdoğan ‘istiklal savaşı’ söylemini pompaladı. Ama asıl korkunç olan makul bulduğumuz insanların bile bu söylemi kullanması. Mesela Etyen Mahçupyan bir süre önce ‘AK Parti istiklal savaşı veriyor’ dedi. Beni Başbakan’ın sözlerinden çok bu tür tutumlar dehşet içinde bırakıyor. Siz de yakın zamana dek AK Parti’ye karşı olumlu bir tutum içindeydiniz. Ne zaman farklı düşünmeye başladınız? Ben aslında son zamanlara kadar AK Parti’nin içinden bir muhalefet hareketi çıkacağını düşünüyordum. Sonuçta AK Parti’yi kuranlar, babaları Erbakan’a bayrak açmış bir kitle. Şimdi Erdoğan’a karşı hiç ses çıkarmıyor olmaları ise Erdoğan ile tam bir özdeşleşme içinde olduklarını gösteriyor. AK Partililer, batmakta olan Titanik gemisinde birbirlerine yapışmış, dans ediyor gibiler. Birbirlerine ‘dış düşmanlar’ konusunda da gaz verdiler sanıyorum. Buradan da ‘güçlü ve mazlum olmak’ gibi bir kombinasyon yarattılar. ‘Güçlü ve mazlum’ bağımlılık yaratacak bir kombinasyon. Mesela Yiğit Bulut’un Erdoğan’ın danışmanı olması çok önemli bir göstergedir. Ultra milliyetçi bir çizgi izleyen Yiğit Bulut, eskiden “Yunanlılar bizim devlet tahvillerimizi alıyor. Bu işin sonu nereye varacak?” diye yazılar yazıyordu. Yunanistan’ın devlet tahvillerimizi almasının iyiye işaret olduğunu görmezden gelen bir ekonomist, deli saçması fikirlerini Başbakan’ın yanında üretiyor. Yaşlı kuşak köşe yazarlarına bol bol gönderme yapıyorsunuz ama bir de genç kuşak yazarlar var. Onlara nasıl bakıyorsunuz? İçlerinden biri Türkiye gazetesinde yazmaya başlayınca “Dedemin okuduğu gazetede yazmaya başladım” dedi. Armut dibine düşer ekolüymüş meğer bunlar. Bu kuşak, büyük bir konfor battaniyesinin içinde kuzucuklar gibi oturuyor. Birden dedelerinin gazetelerinde, dedelerinin gözlerini yaşartan yazılar yazmaya başlıyorlarsa “gidişat nereye” diye düşünüyorum. Türkiye’de her kesimde devasa boyutlarda ahlaki sorunlar var. Ancak medya en sorunlu alanlardan biri. Medyada ki ‘lumpen dayanışması’ var. ‘Köyden emmimin oğlu geldi, onu da yazı işleri kadrosunu alayım’ kaygısıyla kurulmuş kadrolar var. Teknolojide, bankacılıkta sınıf atladık ama medyada tersine, birkaç sınıf geriye gittik. AK Parti-Cemaat çatışması hakkında ne düşünüyorsunuz? Ortaya konan tavırlar, dil sizi şaşırtıyor mu? Evet söylenenlere şaşırıyoruz, çünkü biz onların iyi aile çocuğu olma ihtimalini sevmişiz. Aslında Türkiye olarak sınıf değil, kast toplumuyuz. Kast toplumunda, altta ne olup bittiğini bilmezsin de anlamazsın da. Göz kararıyla diğer kastlardakilere birtakım şeyler atfedersin. Mesela belki onlarda hiç olmayan demokratlık atfediyorsun. Kast toplumu olmaktan kurtulamazsak sorunlarımız çözemeyiz. Ben Gülen hareketine bazen şöyle bir önem atfediyorum. Bu hareketi, İslamiyetin içinde bir Protestanlık çalışması olarak görüyorum. Bence Gülen hareketinde ahlaki kaygılar var. Yani İslamiyete ahlaki kaygıları entegre etmeye çalışan bir din adamı var karşımızda. Fethullah Gülen’in konuşmalarını azıcık bile dinleseniz ahlaki meselelerden sıkça bahsettiğini fark edersiniz. Böyle bir reform hareketine İslamiyetin çok ihtiyacı var. Bu ihtiyaca Gülen hareketinin cevap olma ihtimali ABD’yi de çok cezbetti. Gezi’deki çoğul yapı, 20’li yaşlarındaki ‘Geziciler’, kast toplumundan çıkışın habercisi olabilir mi? Onlardan ümitliyim. Çünkü bağnaz, rijit değil, neşeliler. İdeolojik formüllerle yetişmediler. Bu yüzden bu çocuklardan bir şeyler çıkacaktır. Kürt sorununda barıştan umutlu musunuz? Türkiye’de Kürt meselesine yaklaşım, Ermeni meselesiyle aynı. Gerçekleri görmek istemiyorsan ve ırkçılık, sıradan faşizm yapmak istiyorsan ikisine de aynı formülle yaklaşırsın. AK Parti barış süreci konusunda da ters açıya düşürdü. Barış yalan oldu, çünkü hiçbir adım atılmadı. Gerekli kanun değişikliklerini, yapılması gerekenleri yapmadılar. Benim anladığım Abdullah Öcalan’ın kendi siyasi geleceğini görmek istediği yerle, Tayyip Erdoğan’ın kendi siyasi geleceğini görmek istediği yer arasında bir satranç oynanıyor. İki usta satrançcı gibi çok uzun aralar vererek hamleler yapıyorlar. Barışa yönelik kalıcı ve sahici adımları her iki taraf da atmıyor. Beyaz Türklerle, siyah Türkler Kürt düşmanlığı konusunda farklılar gibi görünüyor. Kürt düşmanlığının tavan yaptığı yerler daha çok kıyılar. Mesela İzmir… İzmir iklimini belirleyen, sonradan olma ‘bej Türkler’, Kürtler gelip şehrimizi ele geçiriyor histerisi yaşıyorlar. Sanki çok önemli bir şehir kültürleri varmış da Kürtler onları tehdit edecek endişesiyle yaşıyorlar. Aslında onlar da İzmirli değil. Ya Aydın’dan gelmişler ya da Balkanlar’dan. Bir Türk atasözü ‘misafir misafiri sevmez’ der. Bu atasözü en çok İzmir’deki Kürt düşmanlığı için geçerli. ‘Fuzuli Yalanlar’ başlıklı yazınızda İslamiyetin Hristiyanlığın tersine, yalan söylemeyi neredeyse serbest bıraktığını söylüyorsunuz? Nasıl vardınız bu kanaate? Din uzmanı değilim ama İslamiyette şu şu koşullarda yalan söyleyebilirsin kaydının olduğunu biliyorum. Şartlar o kadar çok ki, neredeyse ne zaman istersen yalan söyleyebilirsin deniyor. Hristiyanlıkta ise yalan ‘yedi büyük günah’tan biri. Bu çok net. Bu farklılık yalan söylemek konusunda bir fark yaratıyor diye düşünüyorum. Köşe yazarlığına dönecek misiniz? Bu kitapta yaptığım gibi yazıları biriktirip kitap yapmaya devam edeceğim. Kitabın daha kalıcı ve daha değerli olduğuna inanıyorum. Meryem Uzerli’nin yaşadıkları Türklere dair çok şey anlatıyor Sinema ya da TV dünaysında umut vaat eden oyuncular var mı? İnanılmaz derecede yetenekli genç oyuncularımız olduğunu düşünüyorum. Bu oyuncular, Amerika’ya, Hollywood’a rahatlıkla gidebilirler. Örnek verebilir misiniz? Kıvanç Tatlıtuğ en çarpıcı örneği. Aşkı Memnu’nun son bölümünde Tatlıtuğ’un oynadığı mezarlık başında ağlama sahnesi vardı ve korkunç başarısızdı. Ancak bir süre sonra ‘Kuzey ve Güney’de karşımıza inanılmaz iyi bir oyuncu olarak çıktı. Türkiye’de daha önce bu kadar ünlü olmuş hiç kimse böyle bir şey yapmadı; çalıştı ve bambaşka bir insana dönüştü. Kıvanç Tatlıtuğ dışında, konservatuardan gelen oyuncular var. Mesela Beren Saat çok iyi bir oyuncu. Okan Yalabık inanılmaz iyi bir oyuncu. Muhteşem Yüzyıl’a giren manken kızlar bile çok iyi bir oyunculuk sergilediler. Bu da tabii dizinin yönetmeni Taylan Kardeşler’in başarısı. Ama hepsi bir yana, Kıvanç Tatlıtuğ, objektif bir gözle bakacak olursak Brad Pitt’ten daha yakışıklı ve rahatlıkla Hollywood’da oynayabilir. Neden Hollywood’da bu oyuncuları göremiyoruz? Bir; annelerinin böreği. İki; burada çok iyi para kazanıyorlar. Ne annelerinin böreğinden, ne Türk halkının sevgi çöreğinden vazgeçemiyorlar. Mesela Rus asıllı pek çok oyuncu Hollywood’a akın ediyor. Eminim beş yıl sonra başrol oynayacaklar. Ancak bizimkiler Türklük hallerinin konforundan vazgeçemiyorlar. Bir de Meryem Uzerli vakası var. Sizin deyiminizle Uzerli de ‘Türklük halleri’nin kurbanı mı oldu? Meryem Uzerli’nin insanın içini acıtacak kadar dürüst ve tatlı bir kız olduğunu düşünüyorum. Dürüst kadınlar, Türkiye’de bunu çok yaşıyor, çünkü adamlarla iletişim kuramıyorlar. Çünkü o adamlar, yalancı anneleri tarafından tezgâh açan, idare eden kadınlarla ilişkide olmaya alışmışlar. Meryem Uzerli’nin yaşadığı kültürel şok, Türkiye’yle ilgili o kadar çok şey açıklıyor ki… Onun yaşadığı aşk ilişkisi temiz ruhlu yabancıların Türklerin bütün o numaralarıyla, oyunlarıyla nasıl baş edemeyeceğini gösterdi bize. T24
Arınç'tan Cumhurbaşkanlığı Açıklaması
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç önce 'Başbakanımız 12 yıl başarılı bir başbakanlıktan sonra, şühpesiz Sayın Gül ile konuştuktan sonra, kendisinin aday olmasını bütün gücümüzle çalışarak birinci turda da yüksek bir oyla seçilmesini arzu ederiz. Ben tercihimi böyle belirledim' dedi. Ardından 'Cumhurbaşkanlığı için tek aday Sayın Gül müdür?' şeklindeki soruya ise 'Bugün için ben öyle görüyorum, çünkü 7 yıllık performansı ve aldığı karnede ben bütün notlarının pekiyi olduğunu görüyorum yanıtını verdi. Bülent Arınç, Arınç, A Haber'de katıldığı programda gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu.  'Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın açıklamaları sonrasında Anayasa Mahkemesi ve Başkanının güvenilirliğine ve bağımsızlığına gölge düşmüş müdür?' sorusu üzerine de Arınç, Kılıç'ın açıklamalarını eleştiren birçok siyasetçi olduğunu belirtti. Yapılan eleştirilerin sahiplerinin bilindiğini ifade eden Arınç, 'Bu sözlerinin ne anlama geldiğini en çok onlar bilir. Ben, doğrusu aynı kelimeleri kullanmadan Anayasa Mahkemesi Başkanını eleştirdim' dedi. Arınç, sözlerini şöyle sürdürdü: 'Bu eleştirimde, çok ileri gitmiş de olabilirim, bazıları için de çok yumuşak bulunabilir. Ama önce, şunu düşünmemiz lazım. Dozu ne kadar yüksek olursa olsun eleştirilerin, hakaret boyutuna varmaması lazım. Yüksek yargıyı temsil eden bir kişinin mutlaka makamına yakışır bir eleştiri yapması gerekir. Olayı kişiselleştirmek ve bu kişiselleştirilmiş eleştiriler içerisinde de onun bizzat şahsını hedef almak, bence çok doğru değil. Bir defa eleştirilecek kişi, o günkü konuşması itibariyle Sayın Haşim Kılıç olacaksa geçmiş günlerin hatırına biraz daha özenli olmamız lazım. Mesala şu, ben 1995'ten beri parlamentodayım. Bu süreç içerisinde de Kılıç'ı Anayasa Mahkemesi üyeliğinden, başkan vekilliğinden ve en son Başkanlığından bu yana tanıyorum, takip ediyorum, kararlarını inceliyorum. Ayrıca, özel bir yakınlığımız da var. Haşim Kılıç, bilebildiğim kadarıyla, üyeliğinden itibaren her zaman demokratikleşme yanlısı olmuş, her zaman özgürlük alanlarını genişletecek icraatlarda bulunmuş ve her zaman diktatöryal bir yapıyla mücadele etmiş bir insandır. Mesela geçmişti, hükümet tarafından çıkarılacak bir kanun iptal edilecekse veya mecliste alınan bir karar aleyhine dava yoluna gidilmişse; mesela 7 yıl önceki Cumhurbaşkanılığı seçimlerinde 367 gibi bir hukuk ucubesi tartışılıyorsa, o zaman gazeteler, televizyonlar, köşe yazarları, hatta birinci sayfalar sonucu baştan ilan ederler. Bu, 20'ye 4 reddedilecek veya 9'a 2 reddedilecek. Peki ret edeceğin 2 insan kim? Rahmetli Turgut Özal'ın seçtiği Haşim Kılıç ve Sacit Adalı. Onların tahminlerine uygun hemen hemen kararlar çıkardı. Yedi kişinin kim olduğu, 9 kişinin kim olduğu belliydi, ideolojik yaklaşımları belliydi. Ama, ben en azından bu 20 seneye yaklaşan süre içerisinde kıyafet serbestliğinden, eğitim özgürlüğüne kadar, demokratikleşmede yapılan aşamalardan, özgürlük alanlarının genişletilmesinde ve en son bireysel müracaatlar yoluyla Anayasa Mahkemesinin 2 yıldan bu yana taşıdığı sorumluluklardan Sayın Haşim Kılıç için çok ayrı çok özel bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. Kişisel yanlışları olabilir, kişisel hataları olabilir, ama Anayasa Mahkemesinde bugün geldiğimiz noktayı hazırlayan, siyasi olmayan unsurların başında Haşim Kılıç geliyor. 12 Eylül 2010 referandumunda Anayasa'nın en önemli 26 maddesini değiştiren AK Parti'ydi. TBMM'de büyük bir mücadele verdi. Halkın yüzde 58'lik oyuyla da 11 kişilik Anayasa Mahkemesinin diktatöryal yapısı değişti, tabanı daha genişlemiş ve çeşitlilik içerisinde fikirlerin temsil edildiği 17 kişilik bir alan haline gelmişti. Bu mücadeleyi yürütenlerin, mahkeme içerisinde Sayın Haşim Kılıç ve bir iki arkadaşı olduğunu biliyorum.' Bugün gelinen noktada kişisel takdirlerin ve geçmişte yapılan mücadelenin dikkate alınması gerektiğini, bunların kesinlikle yok sayılmaması gerektiğinin altını çizen Arınç, 'İnsanlarımızı hemen bir sözünden dolayı heba edecek bir davranışın içerisinde olmamalıyız. Ama 25'inde yapılan konuşma, karşılarındaki muhataplara doğrudan doğruya yollama yapmak ve konuşmasının bütün cümlelerinde siyasal iktidarı ve onun başındaki Sayın Başbakanımızı ve bakanlarını hedef almak, doğrusu Haşim Kılıç'a yakışmamıştır. Anayasa Mahkemesi Başkanı, sadece yargısal alan içerisinde kalmalı, sorunları şüphesiz konuşmalı. Ama, konuşma metnini sorarsınız diye yanıma aldım ve altını da çizmeye çalıştım, bu cümleler kime aittir, diye. Bunu yapmamalıydı. Bunu niçin yaptı? Belki, yanlış bir yakıştırma da sayılabilir, üzülmemesini temenni ederim. Doğrudan doğruya Sayın Başbakanımızı ve hükümetimizi hedef almakla, bazı kararlarından dolayı kendisinin eleştirilmesi karşısında egosu incinmiş bir kişinin bir tepkisi olarak görmüştüm, ama Anayasa Mahkemesi sıfatıyla bunu konuşmamalıydı. Eğer böyle bir konuşma yapacaksa, muhatapları karşısında kendisini ayakta alkışlarken yapmamalıydı. Çünkü, geçmişte bu tür hareketleri başkalarından görmüş ve eleştirmiştik. O zaman bizi üzen bir davranışı, bugün Haşim Kılıç'tan görmek bizi fevkalade hem mahcup etmiştir hem de üzmüş' diye konuştu. Haşim Kılıç'tan bu tür bir değerlendirme beklemediğinin altını çizen Arınç, 'İnsanların bu olaylarda bu konuşmalardan etkilenmemesi şüphesiz mümkün değil. Ama böyle gözünün içine sokarcasına 'Bu söz sana aittir, haddini bil' demek bir Anayasa Mahkemesi Başkanına yakışmaz' dedi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da açıklamalarını değerlendirmesi istenen Arınç, bu konuda yorum getirmek istemediğini söyledi. Arınç, şunları kaydetti: 'Cumhurbaşkanının, Başbakanın, bakanların belki Anayasa Mahkemesi başkanı ve heyet üyeleri de dinlenmiş olabilir ve bu dinlemelerle elde edilen sonuçların bir gün açıklanabileceğini veya muhataplarını mahcup etmek, korkutmak ya da tedirgin etmek için piyasaya sürülebileceğini, umarım kastetmiştir. Sözün gelişinden Sayın Başbakanımızın maalesef 17 Aralık'tan bu yana çok da örneğini gördüğümüz insanların özel hayatlarının bile takip edildiği, çok mahrem konuşmaların hatta devlet mahremiyeti içinde yapılan konuşmaların bile korkunç bir şekilde takip edildiğini, deşifre edildiğini ve yayınlandığını görüyoruz. Herhalde Sayın Başbakanımız, bu furya içerisinde Anayasa Mahkemesi Başkanı ve üyelerinin de dinlenmiş olabileceğini söylemek istemiştir.' CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın mahkemenin kuruluş yıl dönümü törenindeki konuşmasına ilişkin 'Bir diktatör özentisinin yüzüne hukuk devletinin ne olduğu söylendi. Hukuk savunmaya geçdiyse bu ülkede bir şeyler var' değerlendirmesinin sorulduğu Arınç, Kılıçdaroğlu'nun hakaretinden dolayı Haşim Kılıç tarafından mahkemeye verildiğini anımsatarak, 'Ne garip bir şeydir ki şimdi Haşim Kılıç'ın konuşmalarından bizler üzüntümüzü ifade ediyoruz ve eleştirilerimizi yapıyoruz. Sayın Haşim Kılıç, bu konuşmasıyla kimleri memnun ettiğine de ayrıca bakması lazım' dedi. Kılıçdaroğlu başta olmak üzere geçmişte ne kadar muhalifi varsa, özel hayatıyla, eşinin başındaki örtüsüyle, verdiği kararlarla, çektirdiği fotoğraflarla yerin dibine ne kadar sokan insan varsa şimdi onların hepsinin Haşim Kılıç'ın safında kendilerine karşı eleştiri yaptığını aktaran Arınç, bunu samimi bulmadığını belirtti. Arınç, 'Keşke Haşim Kılıç, Kılıçdaroğlu tarafından takdir edilecek bir konuma gelmeseydi. İşin üzüntü verici tarafı da bu' diye konuştu. 'Kılıç ile ilgili son zamanlardaki en yoğun yorumlardan biri de kendisinin cumhurbaşkanlığına aday olacağı şeklinde. Yine söylentiyi arttıran unsurlardan biri de kendisinin net biçimde cumhurbaşkanı adayı olmayacağını söylememesi. Siz Kılıç'ın cumhurbaşkanlığı adaylığı gibi bir planı, hedefi olduğunu düşünüyor musunuz?' sorusu üzerine Arınç, Haşim Kılıç'ın cumhurbaşkanlığı adaylığı planı olmadığını zannettiğini söyledi. Arınç, şöyle dedi: 'Çünkü Sayın Haşim Kılıç, geçmişte Anayasa Mahkemesini siyasallaştıran veya Anayasa Mahkemesinin gücüyle cumhurbaşkanı olmaya kalkanların akibetini biliyor olmalı. Mesela ben o zamanlar genç bir siyasetçiydim 70'li yıllarda Sayın Muhittin Taylan'ın CHP tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterildiğini biliyorum. Belki daha sonra Ahmet Necdet Sezer örnekleri, belki daha öncesinde Yekta Güngör Özden örnekleriyle bu kişiler veya bunun benzerleri cumhurbaşkanlığına gelmek istemiş olabilir. Ama en son örneği 2000'den 2007'ye kadar Türkiye'de cumhurbaşkanlığı yapmış olan Ahmet Necdet Sezer ise onunla kendisinin yaşadığı sıkıntıları da kurumun ne hale geldiğini de biliyor olması lazım. Ben, emekliliğine 1 yıl kadar kalmış bir Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak cumhurbaşkanlığını hedeflemediğini düşünüyorum veya zannediyorum. Dolayısıyla Sayın Kılıçdaroğlu, kendisi aday olur mu olmaz mı bilemem. Ama şunu söylemem lazım, Kılıçdaroğlu, aday olursa hiçbirşey ifade etmez. CHP bugünkü oyunu bile olduğu gibi kendisinin cumhurbaşkanlığı adaylığına doğrultmaz, yönlendirmez veya bu kadar oyu toplamayamaz. Çünkü halkta karşılığı yeterince olmayan bir kişidir. Madem ki bu birinci ve ikinci tur olarak yapılacaktır, kendisi üzerinde başkalarının ittifakını sağlayabilecek, geniş bir yelpazenin oylarını alabilecek bir çekim merkezi değildir Kılıçdaroğlu.' CHP'nin bugüne kadar başka partilerle bir araya gelerek ortak bir aday çıkarmayı gündeme getirdiğini aktaran Arınç, 'Ama CHP'nin kendisi bunu tartıştı, bir anamuhalefet partisi kendisi aday çıkaramazsa ne güne duruyor diye bir eleştiri aldı. Bakın biz 2000 yılında o zaman Refah Partisi, Fazilet Partisi vardı. Bizim partimiz, bir zamanlar Sayın Lütfü Doğan'ı, daha sonra da Nevzat Yalçıntaş'ı cumhurbaşkanı adayı yapmıştı. Her partinin üzerine düşen kendi adayını çıkarmaktır. İkinci turda da zaten tasfiye edilmiş olacaklardır ona göre oylarını bir başka noktaya yöneltebilirler' dedi. 'Erdoğan'ın işi çok kolay olur' Bir partinin gücü varsa kendi adayını çıkarmasının, en azından adayın ne kadar oy alacağını görmek açısından doğru olacağını, partilerin, başka bartilerle ya da başka toplum kesimleriyle ittifak edecek sivil, bağımsız bir şahsiyet üzerinde de durabileceklerini, bunların partinin kendi takdiri olduğunu ifade eden Arınç, eğer Devlet Bahçeli MHP, Kemal Kılıçdaroğlu da CHP'nin adayı olacaksa, adaylığı durumunda Tayyip Erdoğan'ın işinin çok kolay olacağını dile getirdi. 'Anayasa Mahkemesinin siyasi içerikli konuşmalar yapıyorsa güvenilirliği ve bağımsızlığı konusunda erozyon olup olmadığını sormuştum. Kılıç'ın açıklamaları, akla milli görüş gemleğiyle ilgili tartışmaları getirdi. Bütün bu tartışmalardan sonra Anayasa Mahkemesinin bağımsızlığı ve güvenilirliği konusunda bir erozyon söz konusu olmuş mudur?' sorusu üzerine Arınç, 'Haşim Kılıç'ın geçmişte yaptığı hizmetlere ve Türkiye kavgası içinde verdiği mücadeleye saygı duyarak, bugünkü yaptığı hatayı eleştirilerle sonlandırmalı, bunu daha ileriye götürmemeliyiz' değerlendirmesinde bulundu. Arınç, kendisinin geçmiş günlerin hatırına, vefa duygusuna inanan bir insan olduğnu belirterek, şöyle devam etti: 'Evet bugün çok büyük bir hata yapmıştır, bizi mahcup etmiştir, Sayın Başbakanımızı üzmüştür, hükümütemizi hedef almıştır. Buna bir yol kazası olarak bakmamız lazım, yoksa öyle büyük büyük, kocaman kocaman manşetlerle işte tarihin çöplüğüdür şudur budur bu kelimeleri kullanmak bile bence çok yanlış. Eleştirelim ama hakkımızı ve haddimizi de bilelim. Anayasa Mahkemesi Başkanlığına büyük mücadeleler sonrası gelmiş bir insanın belki hukuk hayatının içinde de başkanlığın içinde de bir büyük hatasını sadece bu eleştirilerimizle sınırlı tutalım. İkincisi, tabii bugün Haşim Kılıç vasıtasıyla Anayasa Mahkemesi yıprandı mı, erozyona mı uğradı? Haşim Kılıç, oranın sadece başkanıdır. Orada 17 üye var. Bu üyelerin her biri de yine haklarında hüsnüzan ettiğimiz, hukuk bilgilerine güvendiğimiz, Sayın Cumhurbaşkanımızın tercihleriyle de her halde çok özellikleri dikkate alınarak seçilmiş insanlardır. Bunları yok sayarak Anayasa Mahkemesini sadece Kılıç'tan ibaret görmek çok yanlış olur. Benim bir iddiam vardı, eğer Sayın Haşim Kılıç, o gün yapacağı konuşmayı 17 kişilik heyetin içinde mota mot bu cümleleri kullanarak ben bu konuşmayı yapacağım deseydi, en az 10 üyenin 'Sakın ha. Böyle bir konuşmaya biz razı değiliz' diyeceğini tahmin ediyorum. Onay vermezlerdi. Ama Anayasa Mahkemesini Başkanı temsil eder diye bir kural varsa, Sayın Haşim Kılıç, bu temsil görevini ben yapacağım, bu konuşma metnini de kendim hazırlayacağım demiş olabilir. Anayasa Mahkemesi yüksek yargıdır, Türkiye'nin de ihtiyacı vardır. Ben bugün Twitter kararından dolayı Sayın Kılıç'ı da mahkemenin üyelerini de eleştiriyorum. Bütün hukuk yolları tüketilmeden ve sadece Twitter şirketini muhatap alarak onlar lehine karar vermiş olmalarından dolayı da 367 kararı kadar olmasa bile bir garabet, bir yanlış karara sahip çıktıklarını düşünüyorum. En az Tiwitter şirketinin hukukunu muhafaza edeceğiniz kadar, en az onun kadar da bizlerin, bireylerin hakkını düşünmesi gerekirdi. Hergün haklarında hakaret edilen, hergün iftiralar savrulan, hergün ülkenin en gizli görüşmelerini bile Youtube'dan veya başka bir yerden, Twitter yoluyla dahi vermeye çalışanlara bu ülkede hukukun yapacağı bir şey olmalı. Bireysel hak ve özgürlükleri koruyacak bir karar almadan Twitter şirketini esas alırsanız ve diğer bütün yollar tüketilmeden de aceleyle karar verirseniz, biz bu kararı eleştiririz. Benim eleştirim de geçmişte birilerinin yaptığı durumdan vazife çıkarmak eleştirisiydi. Herhalde Sayın Kılıç'ı o kadar üzdüm ki beni bu törenlere bile davet etmedi.' Bülent Arınç, cumhurbaşkanlığı seçimine lişikin soru üzerine, yaptığı tüm istişarelerde cumhurbaşkanı adayı olması yönünde çok büyük bir çoğunluğun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı desteklediğini söyledi. Kendisinin de istişare edilen bir insan olarak kararını ifade ettiğini dile getiren Arınç, '12 yıl başarılı bir başbakanlıktan, güçlü bir liderlikten sonra, Türkiye bunca faydalı, olumlu hizmetlerini gördükten sonra, böyle bir makamı, şühpesiz Sayın Gül ile konuştuktan sonra, kendisinin aday olmasını ve Allah kısmet ederse, bütün gücümüzle çalışarak birinci turda da yüksek bir oyla seçilmesini arzu ederiz. Ben tercihimi böyle belirledim. Bunu kendisi de arkadaşlarım da biliyor. Diğer konuda da hiç değişmeyen kararımı ifade ettim, 3 dönem kuralı değişmemelidir diye yazdım ama karar şüphesiz bana ait bir kara değil' dedi. Başbakan Erdoğan'ın bu konuyu söylemeden dahi kendilerinin günü geldiğinde bunların netleşeceğini söylediğini anımsatan Arınç, 'Bugün Sayın Cumhurbaşkanımızla belki bir görüşme yaptılar. Mayıs ortalarına doğru da bu işi netleştireceklerini biliyorum' dedi. Arınç, bugün genel kanı veya kabulün, Erdoğan arzu ederse Cumhurbaşkanı Gül'ün bundan onur duyacağı, 'Bu senin hakkındır, ben aday olmayacağım' demesini beklediklerini söyledi. Arınç, sözlerini şöyle sürdürdü: 'Tanıyabildğimiz kadarıyla, bildiğimiz, güvenebildiğimiz kadarıyla Sayın Gül, çok iyi bir insandır. Bu partinin, bu davanın temelinde harcı olan bir insandır. İlk başbakanımızdır ve partinin kurucularından biridir. Bugüne kadarki çizgisini ve ülkemiz için, davamız için neler düşündüğünü çok iyi bildiğimiz bir insandır. Ama bu istişarelerin sonunda veya Sayın Başbakanımız, Türkiye'nin geleceği, perspektifi açısından daha fazla hizmetin icra noktasında görür veya kendisine edilen tavsiyeler bu konuda olursa belki farklı bir yöne gidip kendisi tekrar partinin başında bu işleri inşallah 2023'e, daha sonrasına götürebilecek bir zemini hazırlamayı tercih edebilir.' Tek aday Gül mü? Bülent Arınç, 'O zaman cumhurbaşkanlığı için tek aday Sayın Gül müdür?' sorusunu yanıtlarken de 'Bugün için ben öyle görüyorum, çünkü 7 yıllık performansı ve aldığı karnede ben bütün notlarının pekiyi olduğunu görüyorum. Bu bizim de gönlümüze hoş gelecek bir şey olur. Ancak Sayın Cumhurbaşkanımız ben teşekkür ederim ama bu görevi yaptım. Bundan sonra bir başka arkadaşımız veya bu işi daha başarıyla yapacak bir insan da olabilir derse o zaman şöyle herkes kendine dönüp bakacaktır' dedi. Arınç, Başbakan Erdoğan'ın gazetecilerle yaptığı keyifli bir sohbetin arkasında 'Bak ters köşe de yapabiliriz ha' demesini, tanıyabildiği kadarıyla o günün neşesi içinde kabul edilebileceğini belirterek, 'Yani siz hep ikimizi düşünmeyin başka şeyler de olabilir. Ama bu diğer partilerin de üzerinde ittifak edebileceği, herkesin rahatlıkla oyunu verebileceği bir kişi de olabilir' derse, bunu kendisi, arkadaşı için de söylemiş olabilir veya bir başka bu meziyetlere sahip bir kişi olarak da bunu tarif etmiş olabilir. Bekleyelim. Yapılacak tek şey en azından mayıs ortalarına kadar bu işi beklemek' değerlendirmesinde bulundu. Cumhurbaşkanı Gül'ün siyaset düşünmediği yönündeki açıklamalarının hatırlatıldığı Arınç, bu sözlerin bir ayeti kerime olmadığını, bunların konjonktür içinde hem de birilerinin sorularına verilecek cevaplar olarak konuşulduğunu, kendilerinde istişarenin asıl dolduğunu ve Başbakan Erdoğan'ın bu işi çok iyi yaptığını bildirdi. Arınç, Başbakan Erdoğan'ın gelecek hafta milletvekilleriyle bir araya geleceğini anımsatarak, 'Ondan sonra da 15-20'sinde de tekrar Sayın Cumhurbaşkanımızla bir araya gelecekler. Önümüzdeki 7 yılın bir muhasebesini çizecekler, biz de inşallah en hayırlı kararı sanıyorum bundan sonra işitmiş olacağız' dedi. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin'in 'Dört Başbakan Yardımcısından biri olabilir' sözleri de hatırlatılarak, Başbakan Erdoğan'ın Köşke çıkması durumunda Başbakan'ın kim olacağı yönündeki soru üzerine Arınç, hepsinin olabileceğini çünkü AK Parti'nin kadrosunun çok zengin bir parti olduğunu söyledi. Arınç, 'Sayın Başbakanımız, 2002 seçimlerine giderken İstanbul'da 1. sırada aday olarak gösterilmişti. Seçime 2 ay kala bu adaylığı iptal edildi. Kendisi milletvekili olamadı. O zaman muhalefet çok sevinmişti. Tayyip Erdoğan'a başbakan olacak diyordunuz, milletvekili bile olamıyor. Şimdi sizin başbakan adayınız kim? Bu soruyu ANAP'a sorduğunuz zaman 2. bir aday çıkmaz. DYP'ye sorduk o tarihlerde 2. bir aday çıkmadı. Herkes Mesut Yılmaz, Tansu Çiller'e odaklanmıştı. Baykal'a sorulsa o da ikinci bir aday gösteremezdi. Ama biz 10 tane, 20 tane bu işi yapabilecek kabiliyetli, iyi karakterli insanı sayabilirdik. Nitekim Sayın Gül, ilk seçimde de bizim başbakanımız oldu. Daha sonrası da çok güzel bir şekilde geldi. Bunlar demokrasi içinde ve partimizde yaşanan güzelliklerden birkaç tanesidir. Bugün de zannediyorum başbakanlığa vekalet edecek veya büyük kongrede genel başkan olacak, ondan sonra da 2015 seçimlerine AK Parti'yi götürecek ben size 20 isim sayarım. Bu parti içinde bu işi yapacak çok kabiliyetli, halkta karşılığı, birikimi, siyasi tecrübesi olan çok insan bulunur' diye konuştu. 'Bunların arasında kısa listeniz vardır' değerlendirmesi üzerine Arınç, '20'yi beşe düşür dersen onu da yaparım' dedi. '5'ten üçe' değerlendirmesi üzerine ise Arınç, '5'ten üçe de düşürmeyelim canım. Kötünün içinden iyiyi seçmek kolaydır, iyinin içinden en iyisini seçmek zordur. Yani biz AK Parti olarak iyinin içinden en iyisini seçebilecek zenginliğe sahibiz' dedi. 'Boş bir iddia değil' Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 'Başbakanın bir dönem daha Başbakanlık yaptıktan sonra ardından başkanlık sistemini sağlayacak bir ortamda Cumhurbaşkanlığını devralacağı, böyle bir şeyi siyaseten nasıl görüyorsunuz?' sorusunu ise 'Bu da bir iddiadır, hem de boş bir iddia değildir. Bunun iki sebebi var. Birincisi 2000 yılında cumhurbaşkanı seçmemize engel oldukları zaman o mahut Anayasa Mahkemesinin kararıyla AK Parti, cesur bir karar aldı. Erken seçimi tercih etti, yani kasımda yapacağını temmuza aldı. 'Cumhurbaşkanı artık bundan sonra mecliste seçilmez yüz seksen kişilik bir grup Türkiye'de cumhurbaşkanı seçtirmez, bundan sonra halk seçecek' dedi. Bu anayasa referandumu kabul edildi, 7 sene geçti şimdi günü geldi. şimdi artık cumhurbaşkanını, yani cumhur kendi başkanını yani halk kendi başkanını, millet kendi başkanını halk oyuyla seçecek. Bundan dolayı cumhurbaşkanı halkın seçtiği bir ortamda ama anayasa değişmediği için de Meclis tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanının kullanacağı yetkileri kullanacak' şeklinde yanıtladı. Bir paradoks yaşandığını belirten Arınç, şöyle devam etti: 'Sivil, yeni, çağdaş, birbiriyle uyumlu anayasa yapamadığımız için muhalefet sebebiyle. Biz şimdi halkın seçtiği ama meclisin seçtiğini cumhurbaşkanı yetkilerine sahip bir insanın bir çelişki yaşayıp yaşamadığını göreceğiz.Yetkilerini kullanırken yüzde 50 artı biri arkasına almış, diyelim ki 30 milyonun oyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı Meclis'teki seçimde gelebilecek bir cumhurbaşkanı yetkilerini kullanacak bu da hükümetle bir çatışma veya çelişme veya yetkileriyle bir çelişme yaşanabilir mi? Belki yaşanabilir belki yaşanmayabilir ama bu anayasa içinde akort edilmesi gereken bir noktadır. İkincisi Sayın Başbakanımız yarı başkanlık veya başkanlık sisteminin Türkiye'yi daha iyi yönetebileceğini inanıyor. Onlar da demokratik rejimlerde uygulanan usüllerdir. Parlamenter demokratik sistem sadece demokratik bir rejimi göstermez, bugün Amerika'da veya Fransa'da veya başka ülkelerde başkanlık sistemine yakın unsurlarında faydalı olablidiğini görüyoruz. Diyelim ki Sayın Başbakanımız, Cumhurbaşkanı olur ama partisi 2015 seçimlerinde 367'yi de içine alabilecek bir çoğunlukla seçimi kazanırsa o zaman AK Parti kendi başına bir anayasa değişikliğini mutlaka yapar ve anayasa değişikliği içerisinde de başkanlık sistemlerinden birisine dönüşü gerçekleştirebilir.' 'O zaman 2 ya da 3 yılda cumhurbaşkanı değişmiş mi olur, değişmesinin yolu mu açılır? sorusunu Arınç, 'Hayır, cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili bir konu değil, cumhurbaşkanlığı yetkileriyle ilgili. Yani cumhurbaşkanıyla yürütmenin ilişkilerini, yasamanın ilişkilerini, yargının ilişkilerini tekrar gözden geçirebilecek bir konsepte dönüşebilir, akla uzak bir ihtimal değil' şeklinde yanıtladı. Paralel yapıya yönelik soruşturmalar gündemde olduğunu hatırlatan Arınç, şöyle devam etti: 'Dün İçişleri Bakanı Efkan Ala'nın verdiği demeçleri de vardı. Akşam gazetesinde bugün de bir ifade var, Sayın Başbakan'dan 'devrik başbakan' diye bahseden savcılar sözkonusu. Bütün bunlara yönelik soruşturmalar var. Soruşturmaların yeterince hızlı ve etkili işlediğini düşünüyor musunuz? Sonucunun ne olmasını bekliyorsunuz?' sorusu üzerine, '17 Aralık ve 25 Aralık'ı esas alırsanız aradan dört aylık bir zaman geçmiş. Bu dört ayın bir kısmı şok zamanıdır. Ama son üç aydan bu yana gerçekten bu yargı darbesini Türkiye'de uygulamak isteyen bir taraftan da güvenlik güçleri içerisinde özellikle emniyeti, polisi hedef alan bir yapılanmayla eğer mücadele edilecekse ki ediliyor, edilmesi lazım. Bu mücadelede devletin kendi yapısı içerisinde aynen devlet gibi yapılanmış bir başka varlığa tahammül edemeyeceği için yapılması lazım.' Arınç, bu mücadelenin sadece iktidar ve AK Parti'yle değil, bütün muhalefet partileriyle, varlık sebepleri hukuk devleti içerisinde ve parlamento içerisinde hayatiyet gösterecek bütün partilerin de desteğiyle yürütülmesi gerektiğini belirterek, 'Bu bir hayali şey değil. Pek çok unsurlarda kendilerini belli ettiler' dedi. Bugün yapılan soruşturmaların iki yönlü olduğunu ifade eden Arınç, şunları kaydetti: 'Birisi idaridir. Yani kendi içerisinde bir soruşturma açarak kimin ne yaptığını görebilecek bir ülke müfettişlerinin veya herkesin bir teftiş kurulu var, en sonunda da Başbakanlık Teftiş Kurulu var. Teftiş Kurulları bütün kurumlarda iddiaların ne kadar gerçek olup olmadığın araştırıyorlar. Bunun sonunda idari cezalar verilebilir. Ama şimdiden yapılan bir şey var. Üst noktalarda bu irtibatı birbiriyle sağlamış hukuka kanun devletine amirlerine bağlı olmaktan öte mensup oldukları grup içerisindeki yapılanmada emir ve talimat alan kişiler varsa bunlar müsteşarsa bunlar genel müdürse bunlar daire başkanıysa bir, idarenin bunları görevden alma yetkisi var. Bu yetki şüphesiz sınırsız değil. Ama görevden de alırken bir sebebini mutlaka söyleyeceklerdir. Görevden aldığın zaman meslekten çıkarma noktasını da kastetmiyorum. En azından o yapının başındayken yapabileceklerini tahmin ediyorsa oradan uzaklaştırmaktan ve ilgisiz bazı noktalara atamaktan da bu yol geçer. Şüphesiz 657 sayılı kanunun bu insanlara kamu görevlilerine tanıdığı bir takım imkanlar var, bir takım dokunulmazlıklar var, bir takım yasal statüler var. Bunları da ihlal etmeden çok önemli diyelim ki bilgi işlem merkezinin başında bir insanı veya atama yetkisi olan bir noktada bir insanı veya gizli kalması gereken belgeleri ilk önce okuması gereken insanları bu yapının içerisinde bir yere koyabilmişseniz oradan alırsınız levazım müdürü yaparsınız veya bir başka yere getirirsiniz. Şimdi bazı atamalar bu amaçla da yapılıyor olabilir, o insanların hepsini suçlamak adına söylemiyorum burada bir şüphe dahi bu kişinin o noktadan alınmasına yol açabilir. En azından verebileceği zararlarda bir ölçüde uzaklaşmamız lazım. İkincisi böylesine bir ihtimali düşünerek o görevden alınıp başka bir yerlere verilmek ne kadar mümkün ve muhtemel ise ikincisi de maalesef bu dinlemeler yoluyla suç atmalar yoluyla suç delilleri üretmek yoluyla bir takım insanları ta Başbakanımıza kadar uzanacak ölçüde gözlerini karartarak onları yok etmeyi hedeflemiş bir çalışmanın içinde olduklarını bildiğimiz, düşündüğümüz, elimizdeki delilleriyle bu konuda karar verme noktasına gelmişsek o zaman yargıya teslim etmekten başka bir çaremiz yoktur. Bu konuda da dün Sayın Efkan Ala'nın İçişleri Bakanımızın verdiği rakamlar doğrusu onun bilmesi gereken rakamlardır ben o kadar bilmiyorum, o ciddi bir çalışmanın devam ettiğini gösteriyor.' 'Ama kurt gövdenin içine girmişse mücadelenin ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirsiniz, eğer karşınızda olsa o karşınızdaki insanın ne yaptığını açıkça bilseniz suç delilleri çok açık bir şekilde ortaya konulmuş olsa şüphesiz onun hakkından gelmek yani kanun yoluyla, yargı yoluyla mümkün olabilir' diyen Arınç, 'Hatta sizin bir zamanlar güvenerek iş başına getirdiğiniz bazı insanlar sizin hükümetinizi yok etmek Sayın Başbakanı itibarsızlaştırmak, biz de onların içerisindeyiz bir zamanlar ellerini dostça sıktıkları çok güvendikleri insanları bile günün birinde lazım olur diyerek dinlemek özel hayatlarına girmek bunlar fevkalade utanç verici fiillerdir. Bunları yapanlarla yargı önünde elbette hesaplaşacağız. Bence çok ağır gitmiyor olması gerekenden fazla belki süratle gidiyor ama kolay bir işin içinde değiliz' şeklinde konuştu. 'Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu özgürlükçü bir kanundur' '1 Mayıs konusunda özellikle İstanbul'daki kutlamalarda Taksim'in açılmamasına karar verildi. Muhalefetin CHP'nin ve BDP'nin ve bazı sendikaların mutlaka meydana çıkacağız şeklinde açıklamaları var. 1 Mayıs'ta neler olabileceği konusundaki düşünceniz nedir? Yeniden bir şiddet sarmalı yaratacak olaylar meydana gelebilir mi, ne dersiniz?' şeklindeki soruya ise Arınç, şu yanıtı verdi: 'Bir defa Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, özgürlükçü bir kanundur. İzin almaya da gerek yok önceden 'Ben şurada şöyle bir gösteri yapacağım' dediğiniz zaman size her yer tahsis edilir. Ama bunun bir istisnası var, yani herkesin böyle belki trafiğe kapalı alanlar önceden belli edilmiş olabilir veya bu ticaretin esnafın tam ortada olduğu noktalarda toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu yapılmasın denebilir. Güvenliğin zor sağlanabileceği kanuna aykırı eylemlerin odağında merkezde toplantı gösteri yürüyüşleri kanunu gereğince idari makamların tasarrufuyla kapatılmış olabilir. Şimdi bazı sendikalar ideolojik bağnazlık sebebiyle kendilerince kutsal saydıkları, kendilerince kutsal sayılmış mekanları devlet hangi gözle bakar herkesin bilmesi lazım 'Ben illa burada yapacağım' denilmesi karşısında bu bir 'ben suç işleyeceğim' anlamına da gelebilir. Herkes her yerde derken belirlenmiş alanları kastediyorum. Bunun dışında da 'ben bir basın açıklaması yapacağım' diyebilirler 'ben küçük bir grupla yürüyüş yapacağım' diyebilirler. Bunun için de idari makamlar bütün kolaylıkları gösterir. Ama bir sendikanın bunları hiç bilmiyormuş gibi 'Ben sadece burada yapacağım ve bunun için gerekirse de güvenlik güçleriyle kavga edeceğim, gerekirse bomba da atılabilir insanlar da yaralanabilir geçmişte de zaten 30'dan fazla kişi ölmüştü, bugün de belki Allah korusun böyle olaylar yaşanabilir, ama inadımız inat' demesini anlayışla karşılamak mümkün değil.' Mesele sendika meselesiyse DİSK'in üçüncü sırada bir sendika olduğunu belirten Arınç, şöyle devam etti: 'Birinci sıradaki işçi sendikası ben İstanbul'da Kadıköy'de yapacağım diyor, kendisine bir alan tahsis edilmesini istiyor. Memur sendikaları içinde Memur-Sen var; 'Ben Diyarbakır'da yapacağım' diyor, ikinci sıradaki işçi sendikası Hak-İş, 'Ben Kayseri'de yapacağım' diyor. Bunlar sendika değil mi, bunların yüz binlerce üyesi yok mu bunlar işçiyi temsil etmiyor mu? 'Bana göre orası kutsaldır', o sana göre kutsaldır. O zaman git mum dik ama böyle topluca ve sadece 1 Mayıs'ta burada yapılacak bir eyleme hükümet, İçişleri Bakanlığı, valilikler kesinlikle izin vermez. Onlar da bunu zaten bildikleri için resmi müracaatlarını yapmıyorlar sadece kabadayılık gösterisi yapıyorlar 'Biz burada yaparız'. CHP zaten buna teşne, 'Ben de milletvekillerimi göndereceğim' diyor. Ama orada bir tane MHP'li milletvekili bulamayacaksınız çünkü Sayın Bahçeli devletin, hukukun ve yasaların verdiği imkanları çok iyi bilen ve bunların aşılmamasını isteyen, Türkiye'de huzurun bozulmamasını isteyen bir yapıya sahip. CHP teşnedir o kızıl bayraklarını göreceğimiz pek çok yasa dışı örgüt mutlaka orada olacaktır. Belki DİSK mensubu işçiler orada çok az olacak ama yasa dışı örgütler de kırmayı dökmeyi yaralamayı öldürmeyi çatışmayı hedef alan marjinal gruplar orayı Allah saklasın beklenilmeyen arzu edilmeyen bir görüntü içine sokabileceklerdir. Devletle kavga etmek, devlete karşı gelmek birilerinin ideolojik bağnazlığı olabilir ama bunu söyleyen ve yapanların da yargı karşısında, hukuk karşısında bir sorumlulukları mutlaka olacaktır. Günahtır binlerce polis orada olacak hayat duracak ve sadece birkaç bin kişinin gösterisi sebebiyle Türkiye'de 1 Mayıs bayram olmaktan çıkacak, o gün bir kara gün olarak belki, Allah saklasın, yıllarca acıyla hatırlanacak. Buna izin vermeyeceğiz, bu görüntülerin hiçbirisine izin veremeyiz. Bir hükümet ülkeyi yönetiyorsa ülkede huzursuzluğun çıkmasına izin ve imkan veremez. 'Şurada yapın Kazlıçeşme'de, şurada yapın Maltepe'de, şurada yapın, hatta sizleri bedava taşırız. Oraları sizler için de hazırlarız gelin binlerce insanı oraya getirin. Biz de bu bayrama hep beraber ortak olalım' diyenlere, maalesef 'Biz sadece Taksim'de yaparız her ne pahasına olursa olsun kavgayı da çatışmayı da göze alırız' diyen bir grup var, o gruba devletin müsaade etmesi mümkün değil.' 'O günlerde herkesi dinleyip, olayı anlayıp söndürmeye gayret ettim' İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu'nun 'Gezi sürecinin iyi yönetilemediği' yönündeki açıklamalarının sorulması üzerine Arınç, 'Evet, başındaki birkaç küçük olay sonradan büyümüş, parlamış, patlamış, pek çok insanımızın hayatına mal olmuş, milyonlarca liralık zararlar verilmiş, yaralanmalar olmuş, kamu mallarına zarar verilmiş. Ama Sayın Valimiz şunu bilsin ki hiçbir masum düşünce veya hareket Gezi olayları sebebiyle Türkiye'nin kara günler yaşamasına vesile olmamalıydı' değerlendirmesinde bulundu. Arınç, o günlerde herkesi dinleyip, olayı anlayıp söndürmeye gayret ettiğini, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da 'Yargı kararına uyarız, gerekirse plebisit yaparız, gerekirse tarafların her biriyle konuşuruz, uzlaşmayla buraya ne yapılacağı konusunda karar veririz' dediğini ancak bunlar konuşulduktan sonra bile sokak hadiselerinin, yakıp yıkmaların devam ettiğini söyledi. Arınç, 'Herhalde her şey o küçük twit hatırımıza getiriyor: 'Mesele sadece ağaç meselesi değil hala anlamadın mı?' Biz bunu sonraki olaylarda da gördük. Yani Gezi olaylarında biz ne yapsaydık dahi maalesef bu sokaklarda insanların ölümüne yol açmak isteyenler yolundan dönmeyecekti' diye konuştu. 'Öcalan'ın mesajlarını iyi okumak gerekir' Abdullah Öcalan'ın 'çatışma olasılığının da gündemde olduğu' ifadesine ilişkin ise Arınç, 'Öcalan, bildiğimiz kadarıyla çözüm sürecinin başarıya ulaşmasını istiyor. Kandil'den ve milletvekillerinden farklı olarak her ne pahasına olursa olsun, geçtiğimiz yılki Nevruz'dan bugünkü Nevruz'a kadar düşüncelerinde, görüşlerinde, hedeflerinde bir değişiklik olduğunu zannetmiyorum' görüşünü bildirdi. Arınç, Öcalan'ın, zaman zaman silahlı örgütün ve Kandil'deki silahlı unsurların, kendisine karşı şikayetlerini veya kendisinden farklı davranışlarda bulunacağını bildiğinden bunun yolunu kesmeye çalıştığını belirtti. 'Öcalan'ın bu mesajıyla neyi amaçladığını istihbarat örgütümüz çok iyi tahlil edecektir, analiz edecektir ve bunun karşılığı da mutlaka verilecektir' ifadesini kullanan Arınç, sözlerini şöyle tamamladı: 'Bizim bütün amacımız on beş, on altı aydır çözüm süreci içerisinde Türkiye'de insanlarımızın ölümlerine yol açan olayların bitmesi, silahların susması, şiddetin susması ve artık varsa fikirlerin konuşulması diyeceğimiz noktaya gelinmesidir. Silahlı unsurların Türkiye'den çıkışları tamamlanmamıştır, bunu hepimiz biliyoruz. Her şeye rağmen tamamlanmamıştır ama arkasından bir çatışma ortamı da gelmemiştir. Çözüm sürecinde yeni ileri adımlar atılabilirdi, hem silahlı unsurların dışarıya çıkması hem de artık eylemsizlik halinin kalıcı bir hale gelip örgütün silahlı eylemlerden kendisini arındırması söz konusu olabilir. Öcalan'ın mesajlarını iyi okumak gerekir. Bunu okumakla yükümlü olanlar da herhalde hükümetimiz değil.' AA
Yeni MİT Yasası Hakkında Bilmeniz Gereken 20 Şey
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Milli İstihbarat Teşkilatı’nı ‘dokunulmaz’ kılacağı ve Türkiye’yi bir ‘muhaberat devleti’ne dönüştüreceği gerekçeleriyle ciddi tartışmalara yol açan 'Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununda Değişiklik” Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. MİT, artık ülkenin “en güçlü ve en baskın” istihbarat kurumu... MİT kanununu, bir yandan MİT’in izleme, gözleme ve dinleme yetkililerini artırırken, diğer yandan da teşkilata atfedilebilecek hak ihlallerini su yüzüne çıkartan gazetecileri hapis cezasıyla tehdit altına alan bir kuruma dönüşüyor. Yeni yasa ile MİT, “dış güvenlik, terörle mücadele ve milli güvenliğe ilişkin konularda Bakanlar Kurulu’nca verilen görevleri yerine getirmek” ile yetkilendiriliyor. Bu madde, MİT’e “yurtiçi ve dışında kontrollü operasyon görevleri” verilmesinin önünü açarken, MİT mensuplarına kimliklerini değiştirme ve gizleme, MİT’e de tüzel kişilikler kurma ve bu amaçla sahte belgeler üretebilme imkânı sağlanıyor. Genel Kurul’dan geçen MİT yasası ile getirilen belli başlı bazı düzenlemeler şöyle:
"Tevhid-Selam Bir Terör Örgütü, 7 Bin Kişi Değil 230 Kişi Dinlendi"
Yeni Şafak’ta yer alan haberde ‘Tevhid-Selam Kudüs Ordusu’ soruşturmasında 7 bin kişiyi yasa dışı dinlediği iddia edilen Savcı Çimen’den 10 sayfalık açıklamaYeni Şafak gazetesinin Tevdih-Selam Kudüs Örgütü soruşturması kapsamında 7 bin kişiyi yasa dışı dinlediğini ileri sürdüğü savcı Adnan Çimen iddiaları yanıtladı. “Derin yapının bir kanadının ilgili örgütün içinde bulunduğunu” saptadıklarını söyleyen Savcı Çimen, “Bundan haberdar olan derin yapılanma, yasal takibata uğramamak için soruşturmayla hiçbir ilgisi bulunmayan binlerce insanı dosya kapsamında dinlenmiş gibi gösterdi” dedi. Savcı Çimen, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı hakkında da suç duyurusunda bulunacağını söyledi. 24 Şubat’ta Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan bir haberde yer alan “7 bin kişinin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen Tevhid-Selam Kudüs Ordusu isimli soruşturma kapsamında yasa dışı bir şekilde dinlediği” iddia edilen savcı Adnan Çimen, hukukçuların kullandığı adalet.org isimli internet sitesinden cevap verdi. Haberden sonra Büyükçekmece Savcısı olarak atanan Çimen, “7 bin kişi yasa dışı dinlendi yalanı” başlıklı yazısında, basının “asrın telekulak skandalı” şeklinde yapılan haberi “asrın iftirası” olarak değerlendirdi. Çimen, soruşturma kapsamında yaklaşık 230 kişinin dinlendiği belirtti ve 110 kişi hakkındaki dinleme kararını CMK’nın 250. maddesiyle yetkili mahkeme hâkimleri tarafından, yaklaşık 120 şüpheliye ilişkin dinleme kararlarını ise TMK’nın 10. Maddesiyle yetkilendirilen 5-6 farklı “özgürlük hâkimi” tarafından verildiğini söyledi. Yaklaşık 10 sayfalık yazısında Çimeni, “telekulak skandalı” olarak sunulan dosyada soruşturulanın “İran Devrim Muhafızları’na bağlı olarak Türkiye’de faaliyet yürüten ve Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve benzeri cinayetleri gerçekleştiren yabancı menşeli ve İran ajanlarınca yönetilen bir kanlı terör örgütü” olduğu vurgulandı. Çimen, soruşturmanın üç yıl önce ve “KCKPKK mensuplarına dair bir soruşturma kapsamında KCK/PKK bu örgüt içerisinde hareket eden derin bir yapılanmanın tespit edilmesiyle” başladığını belirtti. Dilekçede, “KCKPKK mensuplarına ilişkin yürütülen bir soruşturma kapsamında bu örgüt içerisinde hareket eden derin bir yapılanmanın tespit edildiğini soruşturmanın 3 yıl önce bu şekilde başladığını” anlatılırken, AKP Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar ’ın “Kürt Ergenekonu” isimlendirdiği bu yapıya yönelik tespitlerinin doğru olduğu ileri sürüldü. Metinde, “Derin yapılanmanın bu faaliyetlerinin karar mercileri üzerinde ki etkisini Hürriyet Gazetesi yazarı Şükrü Küçükşahin’in 13.08.2012 günlü yazısında açıkça ortaya koyduğu” öne sürüldü. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun dinlemeler sonrası yaptığı basın açıklamasına da atıfta bulunulan metinde “Salihoğlu hakkında da suç duyurusunda bulunulacağı” ifade edildi. Dilekçede sıralanan ve “cevaplandırılması istenilen” sorulardan bazıları şöyle: Ülkenin faili meçhul cinayetlerle karışması ve kaos ortamının oluşması için faaliyet içinde olan yapılar ve arkalarındaki irade kimdir? Müvekkilim ve ilgili cumhuriyet savcılarınca yaklaşık (3) yıl boyunca gizlilik içerisinde yürütülen soruşturma neden deşifre edilmiştir? Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın bu soruşturma ile ilgili olarak mevzuata aykırı olarak ve basındaki iftira kabilinden haberleri doğrular mahiyetteki basın açıklamasını yapması için kendisinden talepte bulunan olmuş mudur? Hakkında tarafımızdan yapılacak suç duyurusunda detaylandırılacağı üzere, Sayın Başsavcı, bir yargı mensubu olarak dinleme işlemlerinin nasıl yapıldığını bilmesine ve dolaylı dinlemelerin ne anlama geldiğini gayet iyi bilmesine rağmen neden gerçeğe aykırı içerikte bir basın açıklaması yapmak zorunda kalmıştır? Soruşturmanın basına yansıtılması terör örgütü ile ilgili yapılan takibatı neticesiz bırakmamış mıdır? Bu yayınlar örgüt elemanlarının kaçmalarına fırsat vermiş midir? Soruşturmanın gizliliği açıkça ihlal edilmemiş midir? Türk yargı tarihinde manşetlerden bu şekilde günlerce deşifre edilen ve gizliliği ihlal edilen bir örgüt soruşturması var mıdır? Bundan sonra meydana gelmesi muhtemel faili meçhul cinayetlerin sorumluları bu soruşturmayı deşifre edip, üzerini kapatmaya tevessül edenlerde olmayacak mıdır? Soruşturmanın tüm aşamalarının anlatıldığı, dinlemelerin nasıl yapıldığına dair bilgilere yer verilen suç duyurusu dilekçesi ve savcı Çimen’in 10 sayfalık yazısının tamamı şöyle: 24.02.2014 günü mesaiye gittiğimde bir kısım basın yayın organlarında yer alan“asrın telekulak skandalı” diye başlayan ve içeriğinde şahsımın ve bir Savcı arkadaşımın, Selam isimli hayali bir örgüt soruşturması kapsamında başta Sayın Başbakan olmak üzere, bakan, bürokrat, gazeteci, sivil toplum kuruluşu temsilcisi ve sair meslek gruplarından (7000) kişiyi yasal olmayan şekilde dinlediği iddiasıyla karşılaştım. Bu nedenle ilgili basın yayın organları hakkında Cumhuriyet Başsavcılıklarına suç duyurusunda bulundum. Söz konusu basın yayın organlarının dile getirdiği olayın “asrın telekulak skandalı mı” “yoksa asrın iftirası mı” olduğu iddialara verdiğim cevaplar okunduğunda takdir edilecektir. Yapılan yayınlarda şahsım hedef alınmakla birlikte, ayrıca topyekûn Yargı Camiasının da itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını müşahede ettim. Bu nedenle şikâyet dilekçemi sizlerle de paylaşma ihtiyacı hissettim. Şahsıma ve Yargı Camiasına yapılan bu yargısız infazın gereğini yine yargı kendi içerisinde hiçbir ön yargıya kapılmadan hukuk kuralları içerisinde çözecektir. En derin Saygılarımla… T. C. İ S T A N B U L CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA MÜŞTEKİ Adnan ÇİMEN – Büyükçekmece Cumhuriyet Savcısı VEKİLİ Av. Av. Cihan AYDIN, İstanbul Barosuna kayıtlı Meşrutiyet Mah. Rumeli Cad. No: 46 Kat 5 İç Kapı 6 Nişantaşı, Şişli / İSTANBUL ŞÜPHELİLER 1- İbrahim KARAGÜL – Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni 2- Fuat ATİK – Yeni Şafak Gazetesi Yazı İşleri Müdürü 3- İdris SARUHAN - Yeni Şafak Gazetesi Yazı İşleri Müdürü 4- Fatma DEMİRCİOĞLU – Yeni Şafak Gazetesi Haber Müdürü 5- Mustafa KAHRAMAN – Yeni Şafak Gazetesi Sorumlu Müdürü SUÇLAR 1- Basın yoluyla hakaret 2- İftira 3- Adli Soruşturmanın Gizliliğini İhlal DELİLLER 1- İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın (kapatılan TMK’nın 10. Maddesiyle Yetkili) 2011/762 sor. sayılı dosyası 2- Yeni Şafak isimli gazetenin 24.02.2014 günlü ve devam eden günlerdeki nüshaları ve internet sayfası, OLAYLAR 24.02.2014 günlü Yeni Şafak isimli gazetenin manşetten verdiği “DERİN KULAK PENSİLVANYA” başlıklı haberin “Derin yapının en karanlık komplosu deşifre oldu. Darbe çetesinin hayali örgüt isimleri üreterek Başbakan Erdoğan, yakın çevresi, gazeteci, yazar, STK temsilcileri ve işadamlarının aralarında bulunduğu binlerce kişiyi 3 yıl boyunca dinlediği ortaya çıktı” şeklinde olduğu, devam eden 4-5 gün içerisinde de benzer yayınların sürdürüldüğü, müvekkilimin yasadışı dinlemeler yaptığı, bir cemaate mensup olduğu, bu yapılanmanın elemanı gibi çalışıp emir ve talimatları buradan aldığı, elde edilen mahrem bilgileri yurt dışına çıkarmak suretiyle casusluk faaliyeti içerisinde olduğu ve benzer iddiaların dile getirildiği saptanmıştır. Bu haberlerin değerlendirmesine girmeden, öncelikle müvekkilime ilişkin olarak şu hususları belirtmek isterim ki; Müvekkilim olan Büyükçekmece Cumhuriyet Savcısı Adnan Çimen 2005 yılında Adalet Müfettişi olarak atandığı görevinden yaklaşık 6 yıl sonra ayrılmış ve 07.03.2011 tarihinde Sultanahmet’te bulunan Adliyede genel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı olarak göreve başlamıştır. Talebi olmadığı halde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından CMK’nın mülga 250. Maddesiyle Görevli ve Yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı olarak yetkilendirilmiş ve bu görevine 24.03.2011 günü Beşiktaş’ta başlamıştır. Müvekkilim bu süreçte kendisine Başsavcı Vekili tarafından tevzien gönderilen birçok soruşturmayla birlikte, özellikle kamuoyunda yakından takip edilen bir kısım soruşturmaları yürütmüştür. Bu kapsamda; El Kaide terör örgütünün Türkiye sorumlusu (H.B.) ve örgüt üyelerininde içinde bulunduğu (60)’ı aşkın örgüt elemanı hakkında operasyon yaparak kamu davası açmış, PKK/KCK terör örgütüne yönelik olarak yürütülen ve kamuoyunda PKK/KCK İstanbul ana davası olarak adlandırılan soruşturmayla birlikte, terör örgütü lideri hükümlü Abdullah Öcalan’la görüşen yaklaşık (50) civarındaki avukata yönelik operasyonuda yürütmüş ve (2401) sayfalık iddianameyi hazırlayarak Mahkemesine teslim etmiştir. Gazete haberine konu soruşturmanın detaylarına ilişkin olarak basın yayın organlarında her ne kadar bir kısım bilgiler yer almış ise de tarafımızdan “soruşturmanın gizliliği ilkesini” ihlal etmemek için genel ibareler kullanılacaktır. Tarafımızdan dile getirilen ve hiç bahsedilemeyen hususların detayı ilgili dosya da mündemiçtir. Mahkeme tarafından ilgili belgeler istenildiğinde ne demek istediğimiz daha somut olarak anlaşılacaktır. Gazete haberine konu Tevhid/Selam Kudüs Ordusu isimli terör örgütüne ilişkin 2011/762 sor. sayılı dosya müvekkilime 08/04/2011 tarihinde Cumhuriyet Başsavcı Vekili tarafından tevzien gönderilmiştir. Söz konusu soruşturma dosyası PKK/KCK operasyonlarının başlaması ve bu suretle iş yoğunluğunun artması nedeniyle müvekkilimin talebi üzerine Cumhuriyet Başsavcı Vekili tarafından Cumhuriyet Savcısı İsmail Tandoğan’a 01.09.2011 tarihinde tevzi edilmiştir. CMK’nın 250. Maddesiyle Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığının kaldırılıp yerine TMK’nın 10. Maddesiyle Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kurulması ve Müvekkilim ile birlikte Savcı İsmail Tandoğan’a özel yetki verilmemesi nedeniyle dosya zorunlu olarak yeniden tevziye tabi tutulmuş ve Cumhuriyet Savcısı Adem Özcan’a 08/08/2012 tarihinde verilmiştir. Yukarıda ki izahtanda anlaşılacağı üzere soruşturma İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün ilgili Fezlekesi ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na (CMK’nın 250. Maddesiye Yetkili) gelmiş ve müvekkilime tevzi edilmiş, müvekkilim tarafından yaklaşık (5) ay yürütülmüş ve ilgili Cumhuriyet Savcısına devredilmiştir. Burada Tevhid/Selam Kudüs Ordusu Terör Örgütü hakkındaki soruşturmanın henüz sürdüğü gözönüne alınarak dosyanın içeriği hakkında sadece basına bilerek servis edilen bilgiler çerçevesinde masumiyet karinesine özen gösterilerek kısa açıklamalar yapılacaktır. Müvekkilime yönelik gazete haberleri gerçekleri ne kadar yansıtmaktadır? Bu sorunun cevabını vermek için söz konusu haberde yer alan iddiaları ayrı ayrı irdelemek her halde en sağlıklı yöntem olacaktır. Bu bağlamda; 1)- Tevhid/Selam Kudüs Ordusu Terör Örgütü müvekkilim tarafından uydurulmuş bir örgüt müdür ? Tevhid/Selam Kudüs Ordusu terör örgütünün geçmişi ve Türkiye’de ki faaliyetleri doksanlı yıllara dayanmaktadır. Nitekim Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’nın (kapatılan) 1999/648 hazırlık ve 2000/111 iddia sayılı iddianamesiyle bahse konu örgüt mensupları hakkında kamu davası açılmıştır. Bu iddianameyle açılan davanın yargılaması neticesinde verilen hükmün bozulması üzerine, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 17.01.2013 günlü, 2006/294-2013/8 sayılı kararının temyizen incelenmesi sonucunda; Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2013/14623-2014/3651 sayı ve 31.03.2014 günlü kararıyla, Tevhid/Selam Kudüs Ordusu terör örgütünü kurmak ve yönetmek suçundan (3) sanığa, üye olmak suçundan ise (5) sanığa verilen hapis cezaları onanmış, bu karar 11.04.2014 ve sonraki günlerde basında genişçe yer almıştır. Yargıtay 9. Ceza Dairesinin söz konusu kararında, Tevhid/Selam Kudüs Ordusu terör örgütünün amaçlarına, yapısına ve çalışma tarzına ilişkin olarak; “Türkiye’de mevcut anayasal düzeni yıkarak yerine İran İslam Devrimini model alan bir devlet kurmayı amaçladığı, bir kısım üyelerinin İran’a giderek askeri bir kuruluş olarak bilinen Kudüs Ordusu ve İran gizli servisi Sawama mensuplarından askeri ve örgütsel eğitimin yanında silah ve mühimmat yardımı aldıkları, İran’a ait istihbarat teşkilatları tarafından kullanıldıkları, bu teşkilat mensuplarıyla birlikte ülkemizdeki Halkın Mücahitleri örgütü mensupları, A.B.D, İsrail, Mısır, Irak ve İngiliz uyruklu şahıslar ile aydınlara yönelik silahlı eylemler gerçekleştirdikleri anlaşılmıştır.” tespit ve kabulünün yer aldığı, Örgütün yapısına ilişkin olarak “Tevhid/Selam Kudüs Ordusunun 765 Sayılı TCK’nın 146. ve 5237 Sayılı TCK’nın 309. maddeleri kapsamında Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasal düzenini cebren ihlal suçunu işlemek amacıyla vahamet arz eden elverişli eylemleri gerçekleştirdiği, 765 Sayılı TCK’nın 168 ve 5237 Sayılı TCK’nın 314. Maddeleri kapsamında silahlı terör örgütü olduğu kabul edilmiştir. Esasen Tevhid/Selam Kudüs Ordusu örgütünün silahlı terör örgütü niteliği ilk kez 12.11.2002 tarihinde Yargıtay’ca kabul edilmiş ve 08.11.2006 tarihinde de bu kabul sürdürülmüştür” şeklinde tespit ve kabulün derc edildiği, Ayrıca bahse konu terör örgütünün Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi eylemlerinin de dahil olduğu (18) ayrı öldürme ve bombalama eylemini gerçekleştirdiğinin belirtildiği, Müşahede edilmiştir. Bahse konu karar tetkik edildiğinde mesele bütün detaylarıyla anlaşılacaktır. Görüldüğü üzere karşımızda Yargıtay tarafından 12.11.2002 tarihinde silahlı terör örgütü olarak kabul edilen, çok sayıda cinayet işleyen, İran bağlantılı ve İran Devleti için ajanlık faaliyeti yürüten, ihtiyaç duyduğunda siyasi cinayetler işleyerek Ülkemizi kaosa sürükleyen, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün terör örgütleri listesinde yer alan, El Kaide benzeri son derece profesyonel ve aynı oranda tehlikeli silahlı bir terör örgütü bulunmaktadır. Böyle bir örgütü müvekkilim tarafından uydurulmuş bir örgüt olarak sunmanın, ya İran Devleti ile bir kısım menfaat ilişkileri içerisinde olanları ya da girilmiş bir kısım kirli ilişkileri bulunanları kamufle edeceği açıktır. 2)- Bu soruşturma (4) sayfadan ibaret hayali bir ihbar mektubuna dayanılarak mı başlatılmıştır ? Tevhid/Selam Kudüs Ordusu terör örgütü soruşturması, örgüt lideri olan H.A.Y’nin eşi K.Y’nin Bursa’da 08.08.2010 tarihinde M. Sencer Polis Merkezi’ne giderek, eşi ile ilgili bazı hususlarda ihbarda bulunmak istediğini beyan etmesi ve bahsolunan Polis merkezi tarafından ifadesinin alınması üzerine başlamıştır. Yani bu soruşturma, İstanbul ya da Bursa Emniyet Müdürlüklerinin istihbarata dayalı ve planlı bir örgüt soruşturması olmayıp, tamamen karı-koca arasındaki problemlerden kaynaklı olarak gerçekleşen ihbara binaen başlamış bir tahkikattır. 08.08.2010 tarihinde müvekkilim Cumhuriyet Savcısı Adnan Çimen Ankara bölgesinde Adalet Müfettişi olarak görev yapmaktadır. Müvekkilim bu ifadenin verildiği tarihten yaklaşık olarak (8) ay sonra 24.03.2011 tarihinde Özel Yetkili Savcı olarak göreve başlamıştır. Eğer müvekkilim Anayasa referandumu dahi gerçekleşmemişken ve henüz Cumhuriyet Savcısı olarak kürsüye dönmeyi aklından dahi geçirmezken başlamış bir tahkikatı uydurmakla suçlanıyorsa, artık bu da iftira, yalan ve kara propagandanın zirve halidir. Kaldı ki muhbir K.Y.’nin bahse konu Polis merkezinde verdiği bilgiler soruşturmanın gizliliği nedeniyle tarafımızdan yazılamasa da, adı geçen İran menşeli Ajanlık ve Operasyon timinin faaliyetlerine ilişkin çok önemli bilgileri içermektedir. Şu kadarını belirtelim ki; Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerini gerçekleştiren örgütün faaliyetleri ile cinayetleri işleyenlerden Cezaevinde bulunanların kimlerle irtibatlı oldukları, Devlet içerisinde bu örgütle irtibatlı olan derin yapılar ve yeni eylem planlarına dair çok önemli bilgiler verilmiştir. Bu soruşturmanın “binlerce kişi uydurma örgüt kapsamında dinlendi” kılıfıyla günlerce basında deşifre edilmesinin altında verilen bilgilerin önemi ve belirli çevreleri rahatsız etmesi yatmaktadır. Bursa ve İstanbul Emniyet Müdürlükleri tarafından istihbari çalışması (8) aya yakın sürdürülen tahkikat İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na (kapatılan CMK’nın 250. Maddesiyle yetkili) iletilmiş, Cumhuriyet Başsavcı Vekilinin inceleme ve olurundan geçtikten sonra soruşturmaya kaydedilmiş ve yine ilgili vekil tarafından müvekkilime tevzien verilmiştir. Tüm bu aşamalar Müvekkilimin bilgi ve onayı dışında ki süreçlerdir. Yargıtay tarafından silahlı terör örgütü olarak kabul edilen, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün terör örgütleri listesinde yer alan bir örgüte ilişkin evrakın bahsedilen aşamalardan geçip tevzien gelmesi karşısında yapılabilecek tek şey soruşturma defterine kayıtla başlamış soruşturmayı sürdürmektir. Bu her Cumhuriyet Savcısının CMK’nun 160 ve 161. maddeleri kapsamında yasal görevidir. Kaldı ki bu kadar insanın canına kıydığı kesinleşmiş yargı kararlarıyla sabit olan kanlı bir örgütün takibi bahsedilen Cumhuriyet Başsavcılıklarının kuruluş amacının gereğidir. Tüm terör örgütleri ve çetelere ilişkin soruşturmalar bu şekilde yürütülmektedir. Esasen “Türkiye’de mevcut anayasal düzeni yıkarak yerine İran İslam Devrimini model alan bir devlet kurmayı amaçladığı, bir kısım üyelerinin İran’a giderek askeri bir kuruluş olarak bilinen Kudüs Ordusu ve İran gizli servisi Sawama mensuplarından askeri ve örgütsel eğitimin yanında silah ve mühimmat yardımı aldıkları, İran’a ait istihbarat teşkilatları tarafından kullanıldığı” kesinleşmiş yargı kararlarıyla sabit olan bu terör örgütünün, diğer terör örgütlerinden farklı bir soruşturma usulüne tâbi tutulması gerektiğine ilişkin bir düzenleme de olmadığı ve olamayacağı da izahtan varestedir. Burada dikkat çekilmesi gereken bir hususta şudur ki; müvekkilimin bir örgüt uydurduğunu beyan eden ve Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcı’sının ifadesiyle her hangi bir yasa dışı eylemin bulunmadığı ifade edilen dosyaya ilişkin olarak atılan iftiradan sonra yayınlar aniden kesilmiş ve olayın üzerine gidilmemiş, “yüzyılın telekulak skandalı” denilen dosyanın içeriğine ilişkin olarak hiçbir bilgi paylaşılmamıştır. Endişemiz odur ki gerek yapılan yayınlardan gerekse Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın beyanlarından, son dönemin belki de bu en önemli terör soruşturması akamete uğratılmak ve kapatılmak istenmektedir. Şayet bu yola gidilirse, geçmişte aydınlar başta olmak üzere birçok cana kıymakta tereddüt etmeyen bu örgütün yapabileceği yeni eylemlerle akacak kanın mesulü dosyayı kapatanlar olacağı gibi ciddi suç delillerini barındıran bu dosya ileride yeniden gündeme gelecek ve ilgililer hukuki sorumluluktan kurtulamayacaklardır. Burada söz konusu örgütün yapabilecekleri konusunda tüm yetkilileri bir kez daha uyararak, müvekkilimin Türk Milleti adına yerine getirdiği Cumhuriyet Savcılığı görevinin bir gereği olarak vicdani sorumluluğumuzu yerine getirmek istiyoruz. 3)- Soruşturma kapsamında binlerce kişi dinlenmiş midir ? Basın yayın organlarının bir kısmında (7000) diğer bir kısmında (3000) olarak bildirilen ve Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın (2280) kişi dinlenmiş dediği 2011/762 sayılı soruşturma da 2011 yılı mart-2013 yılı aralık ayı arasında ki yaklaşık (33) ayda dinlenen kişi sayısı toplam olarak (230) kişi civarındadır. Mahkeme kararıyla dinlenen yaklaşık (230) kişiden; 2011 yılı mart-ağustos ayları içerisinde örgütün lideri ve çekirdek kadrosundan (30) civarında şüpheli müvekkilim Cumhuriyet Savcısı Adnan Çimen tarafından, 2011 mart-2012 ağustos ayları arasında (80) civarında şüpheli Cumhuriyet Savcısı İsmail Tandoğan tarafından, 2012 ağustos-2013 aralık ayları arasında (120) civarında ki şüpheli ise Cumhuriyet Savcısı Adem Özcan tarafından, Mahkemelerden yapılan talepler doğrultusunda verilen kararlarla dinlenilmiştir. Yapılan dinlemelerin tamamı yürürlükte bulunan mevzuata uygun olarak yapılan yasal dinlemelerdir. Dinleme kararlarından yaklaşık olarak (110) kişiye ilişkin taleplere CMK’nın 250. Maddesiyle Yetkili Mahkeme Hâkimleri tarafından karar verilmiş, Yaklaşık (120) şüpheliye ilişkin dinleme kararları ise TMK’nın 10. Maddesiyle yetkilendirilen ve kamuoyunda “özgürlük hâkimleri” olarak adlandırılan toplam 5-6 farklı Hâkim tarafından verilmiştir. Görüldüğü üzere bahse konu soruşturmada ki dinleme taleplerine Özel Yetkili Mahkemeler döneminde onlarca hâkim, bu Mahkemelerin kapanmasın sonra da özgürlük Hâkimleri tarafından karar verilmiştir. Dolayısıyla örgüt uydurulduğu ve adeta herkesin dinlenildiği yalanının ne kadar dayanaksız olduğu ve büyüklüğü ortadadır. Örneğin basın yayın organlarının iddialarını bir anlık doğru kabul edersek, bu durumda söz konusu Cumhuriyet Savcılarıyla birlikte dinleme kararı veren tüm hâkimlerin bu eylemi bilerek ve isteyerek işlediğini kabul etmek gerekir. Çünkü dinleme kararı verme yetkisi hâkimdedir. Hâkim tüm dosya ve belgeleri inceleyerek vicdani kanı oluştuktan sonra dinlemeye hükmeder. Burada doğrudan-dolaylı dinleme ve özellikle Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın (2280) rakamına nasıl ulaştığının üzerinde de biraz durmak gerekir. Hukuki anlamda dinleme; Mahkemeden karar alınmak suretiyle hedef yani hakkında dinleme kararı alınan şahsa ilişkin ilgili iletişim vasıta ya da vasıtalarının dinlenilmesidir. Bu dinleme doğrudan dinleme dediğimiz dinleme şeklidir. Peki dinlediğimiz şahsı arayan ya da dinlenen şahsın aradığı kişilerde dinlenmiş sayılır mı, bu hususta uygulama nasıldır? Malum olduğu üzere telefon görüşmesi iki tarafı olan bir faaliyettir. Hakkında dinleme kararı aldığınız bir şüphelinin diğer şahıslarla yaptığı görüşmelerin tamamını dinlemeniz yapılan işin doğası gereği zorunludur. Çünkü dinlenen şüphelinin kimleri arayacağını, ya da kimlerin bahsi geçen şahsı arayacağını önceden bilmek mümkün değildir. Bu kapsamda örneğin 3 ay boyunca dinlenen bir şüpheli (1000) kişiyi aramış, (2000) kişide şüpheliyi aramışsa, hukuki anlamda dinlenen kişi (1000+2000+1=3001) 3001 değil yalnızca (1) kişidir. Peki dolaylı olarak dinlenen şahıslar açısından özel hayatın gizliliği ihlal edilmiş olmaz mı? Yukarıda ki örnekten devam edersek, dolaylı olarak dinlenen (3000) kişiye ilişkin olarak şayet bu şahısların takip edilen suç ve ya suç örgütüyle alakası yoksa, görüşmelere ilişkin tüm kayıtlar soruşturma sürecinde ya da en geç evrak sonuca bağlanacağı aşamada imha edilir, hatta ses kayıtları dahi imha edilerek tutanaklar ilgili Zabıta memurları ve Soruşturma Savcısı tarafından imza altına alınır. Dolayısıyla suçla alakası olmayan şahıslara ilişkin görüşmeler hiçbir şekilde soruşturma dosyasına konulamaz, başka bir yerde kullanılamaz. Bu nedenle bu şahısların bir hak kaybına uğradığından da bahsolunamaz. Bu işlem tüm dünyada ve ülkemizde uzun yıllardır bu şekilde uygulanmaktadır. Dinlenen şahısla görüşen ve suçla ilgisi bulunmayan şahısların görüşmelerini kaydetmeyip ayıklayan bir teknoloji henüz icat edilememiştir. Dolayısıyla dinlenen şahsın yaptığı tüm görüşmeleri dinlemeniz teknik ve hukuki bir zorunluluktur. Meseleye bu açıdan bakıldığında Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcı’sının (2280) rakamını nasıl telaffuz ettiği daha iyi anlaşılmaktadır. Sayın Başsavcının göreve atandıktan sonra adliyede yapılan tüm iletişimin dinlenilmesi işlemlerini tek elden yürütmek üzere kurduğu Teknik Büro şu anda uygun görülen talepler neticesi Mahkeme Kararlarıyla dinlemeler yapmaktadır. Sayın Başsavcı acaba yapılan bu dinlemelerde hakkında karar alınan şüpheliyi arayan ve ya şüphelinin aradığı şahısları dinlemiyor mu? Eğer aksi söz konusu ise şüphelinin kendi kendine yaptığı konuşmalar mı dinlenmektedir? Kimin suçla ilgili görüşme yapacağını, kimin suçla ilgisiz olduğunu dinleme yapmadan önce tespit eden bir mekanizma mı bulunmuştur Görüldüğü gibi binlerce insanın dinlendiği iddiası büyük bir yalanın ötesinde çirkin ve seviyesiz bir iftiradır. 4- Gazete manşetlerinde resimleri yayınlanan ve iç sayfalarda listesi verilen şahıslar dinlenilmiş midir? Yukarıda izah edildiği şekilde K.Y’nin ihbarıyla başlayan soruşturmada bildirilen isimlere yönelik olarak dinleme kararları alınmış, daha sonra ki aşamalarda ise örgüt mensuplarıyla ve örgütle irtibatlı şahıslar dinleme kapsamına dahil edilmiştir. Bu bakımdan bu örgütle ilgisi bulunmayan hiç kimse için dinleme kararı alınmamıştır. Kaldı ki örgütle ilgisi olmadığı halde hakkında dinleme kararı alınan kimseler olsaydı zaten çoktan deşifre edilirdi. Bu açıdan gazetelerde verilen liste ve fotoğraflar asılsız ve uydurmadır. Telefonları mahkeme kararıyla dinlenilmekte olan örgüt üyeleriyle her hangi bir şekilde görüşen ancak örgütle irtibatı olmayanlara ilişkin dinleme kayıtları ise zaten soruşturma sürecinde peyder pey ve nihayet soruşturma nihayete erdiğinde imha edileceğinden, bunların dinlenildiğini söylemek teknik olarak söz konusu değildir. 5- Haberde geçen “Soruşturmayı yürütenler dört sayfalık ihbar mektubunun bir kenarına 'Tayyip Erdoğan' notu düştü. Belgelerin üzerindeki 'Tayyip Erdoğan' ibaresi daha sonra eklenen bir ok işaretleriyle belirgin hale getirildi. 5 kişiyle başlayan soruşturmaya önce Başbakan Erdoğan, daha sonra başta danışmanlar olmak üzere Başbakan'ın tüm çevresi dahil edildi” ibaresi doğru mudur ? Örgüt lideri H.A.Y.’nin eşi K.Y. İstanbul Emniyet Müdürlüğün de tespit edilen ifadesinde özetle; eşinin örgütsel faaliyetlerini anlatmış, örgüt üyelerine yönelik olarak eğitim notları ve sair örgütsel işleyişi notladığını ifade ederek, bu notların fotoğraflarını çekip getirebileceğini söylemiştir. Bu kapsamda gazete haberine konu belge ile bunun dışında çok sayıda belgeyi fotoğrafını çekerek Emniyete teslim etmiş, dijital ortamdaki bu belgeler fotoğraf haline getirilip soruşturma dosyasına konulmuştur. Yani dosyada bulunan bahse konu belgeyle birlikte birçok belgenin aslı soruşturma dosyasında bulunmamaktadır. Soruşturma dosyasındaki belgeler K.Y.’nin H.A.Y’nin belgeleri olduğu beyanıyla fotoğraflayıp getirdiği belgelerdir. Dolayısıyla Emniyet Müdürlüğü’nde ya da Cumhuriyet Başsavcılığı’nda bu belgelere ekleme yapılması söz konusu değildir. Dosyada ki belgeler incelendiğinde el yazıları dâhil tümünün fotoğraf oldukları rahatlıkla fark edilecektir. Bu yazıların K.Y’nin iddiasına göre örgüt lideri H.A.Y’nin eli ürünü olduğu düşünülmekte ise de, kesin sonuç ancak yapılacak kriminalistik incelemede ortaya çıkacaktır. Peki H.A.Y. Sayın Başbakan’ın ismini neden el yazısıyla yazmıştır? Bu husustaki tahminimiz şudur; sağ terör örgütleri dediğimiz El Kadie, Hizbullah ve Selam terör örgütlerine ilişkin yürütülen soruşturmalarda ele geçirilen dokümanlarda daha önce de sıkça görüldüğü üzere; örgüt kendi anlayışına göre Müslüman, münafık, kafir ve benzeri tanımlamalar yapmaktadır. Bu bağlamda Kur’an dan bir ayeti kendine göre yorumlayıp, bu ayetin kapsamına girdiğini düşündüğü şahısları da bu tür belgelerde kendince not etmektedir. Bu kapsamda söz konusu belgede Kur’an dan bir ayet yazılmış, bu ayetin olduğu satırdan üç ok çıkarılarak Nasrallah, Ahmedi Nejad ve Sayın Başbakan’ın adı ve soyadı yazılmıştır. Dolayısıyla şüpheli H.A.Y. kendi anlayışına göre bu isimleri bir ayetin kapsamında değerlendirmiştir. Bütün mesele bu iken, Ahmedi Nejat ve Sayın Başbakan’ın kalemle isimlerini yazmak suretiyle terör örgütü lideri yapıldıklarına dair beyanlar, en başta Sayın Başbakan’ın şahsına yapılmış bir hakaret ayrıca müvekkilim ile diğer Cumhuriyet Savcılarına atılmış büyük bir iftiradır. Kaldı ki Bakanlar Kurulu üyelerine ilişkin soruşturmaların nasıl yapılacağı Anayasa da açıkça tasrih edilmiştir. Müvekkilim mesleğin değişik kademlerinde görev yapmış ve mesleğini profesyonelce icra etmeye çalışan bir hukuk adamıdır. Sayın Başbakan ve ilgili Bakanlar ile bürokratlar hakkında nasıl soruşturma yapılacağını çok iyi bilmektedir. Sayın Başbakan’ın uzaktan yakından ilgisi bulunmayan bir örgütle ilintilendirilmesi, bu haberleri yapanların ayrıca utanmaları gereken bir husustur. 6- Müvekkilimin haberde belirtilen ve “Pensilvanya derin kulak, paralel yapı, çete” olarak adlandırılan yapılanmayla ilişkisi var mıdır? Müvekkilime yönelik bu iddia savunma yapmaya dahi değmeyecek derece açık bir karalama ve iftira olmakla birlikte birkaç hususu da kamuoyunun bilgisine sunmakta fayda görmekteyiz. Müvekkilim 2011 yılında İstanbul da görülen ve PKK/KCK ana davası olarak adlandırılan soruşturmalara ilişkin olarak operasyonlar yürütmüş, bu kapsamda o tarihte KCK Türkiye Meclisi sorumlularının aralarında bulunduğu üst düzey örgüt mensupları hakkında 2401 sayfalık iddianameyi düzenleyerek 19.03.2011 günü Mahkemeye teslim etmiştir. Bu iddianame PKK/KCK terör örgütünün yapısı, çalışma tarzı, yol haritası, ulaşmak istediği hedef ve çözüm sürecine ilişkin hilelerin dercedildiği kaynak bir eser mahiyetindedir. Müvekkilim bu iddianamede delilleriyle somut olarak PKK/KCK terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde ırkçılık esaslarına dayalı, Devlet otoritesi dışında alternatif paralel bir yapılanma hedefi güttüğünü ortaya koymuştur. Nitekim yazar Gökçe Fırat yakın tarihte kaleme aldığı “Paralel Devletler Savaşı” isimli kitabının önsüzünde “paralel yapı” ibaresinin PKK/KCK iddianamesinde müvekkilim tarafından ilk kez resmi bir belgede dile getirildiğini ve (4) yerde ifade edildiğini yazmıştır. Bu operasyonun hemen akabinde, örgüt adına terör örgütü hükümlüsü Abdullah Öcalan’la yakalandığı tarihten itibaren sürekli görüşerek Kandil-İmralı-Avrupa-KCK/TM dörtgeninde terör örgütünü ayakta tutan ve eşgüdümü sağladıklarına ilişkin kuvvetli deliller bulunan (50) civarında Avukata operasyon yapılmış ve söz konusu Avukatlar hakkında kamu davası açılmıştır. Bu ağır darbeleri alan ve idare sistemi adeta çalışamaz hale gelen örgütün yayın organı mahiyetinde ki Özgür Gündem gazetesi Müvekkilime yönelik karalama kampanyası başlatmış ve hakkında çok sayıda yazılar yazılmıştır. Bu yazılardan bir tanesi de Baki Gül isimli yazarın 2012 yılı mayıs ayında yazdığı yazıdır. Söz konusu yazar bu yazısında Müvekkilimin Fethullah Gülen cemaati mensubu olduğu yazmış, Odatv isimli internet siteside bu haberi kaynak belirterek sitesinde kullanmıştır. PKK/KCK terör örgütünün aldığı darbelerin etkisiyle oluşan kuyruk acısından mütevellit iftirası böylece internet sayfalarına girmiştir. PKK/KCK terör örgütünün “paralel devlet” kurmaya çalıştığını ilk kez resmi belgelerde dile getiren müvekkilimin “paralel yapı” mensubu olmakla suçlanması bir ironi olmanın yanında ve kendisine yapılabilecek en büyük saygısızlıktır. Ülkemizin her noktasında ve özellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde gerçek paralel devleti tesis eden, yazılı bir anayasa hazırlayan, mahkemeler kurup yargılamalar yapan, zorla vergi toplayan, kurduğu sözde birliklerle şehir merkezlerinde bile yol kontrolleri yapan ve son beyanlarda Özerklik ilan edeceğini açıkça dile getiren, petrolden pay isteyen somut ve gerçek paralel devlet ortadayken bunlara en ufak bir söz söylemeyenlerin, hayatını tehlikeye atarak bu terör örgütüyle mevzuatın verdiği yetkiler çerçevesinde hukuki alanda mücadele eden ve Türk Milleti adına şerefiyle görev yapan müvekkilimi hedef seçmeleri bir gafletten öte açıkça ihanettir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti uluslar arası sözleşmelerde yer alan kriterler uygun gerçek bir hukuk devleti olduğunda, bunu yapanların yargı önünde hesap vermekten kurtulamayacağı inancında olmamız hukuka olan saygımızın bir gereğidir. MÜVEKKİLİM BU SORUŞTURMADA EN AZ KATKISI OLAN CUMHURİYET SAVCISI OLMASINA RAĞMEN NEDEN ÖZELLİKLE HEDEF HALİNE GETİRİLMİŞTİR? Müvekkilim PKK/KCK operasyonlarını yürüttüğü süreçte, aramalarda elde edilen belgelerden, terör örgütü mensubu olarak aktif faaliyet gösteren bir kısım şüphelilerin kimliklerinden, gizli tanık beyanlarından ve sair belge ve bilgilerden söz konusu terör örgütünün içerisine haber elemanı olarak sızmış ancak daha sonra örgütün bir parçası haline gelmiş kamu görevlilerinden oluşan bir derin yapılanmanın ayak izlerine rastlamıştır. AKP Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar’ın çok isabetli bir biçimde “Kürt Ergenekonu” diye isimlendirdiği bu yapılanmanın örgütün çözülmesi yönünde bilgi sızdırmak bir yana, terör örgütü ile amaç ve eylemsel birliktelik kurduğu belirlenmiştir. Bu saptamalar ışığında yapılan operasyonlarda derin yapılanmaya mensup değişik kimlikler altında terör örgütünün amaçları doğrultusunda faaliyet sürdürenlere karşı Cumhuriyet Savcılarının CMK’nun 160. Maddesindeki görev ve yetkisi gereği yasal işlem başlatılmıştır. Kıyametin koptuğu nokta da işte bu soruşturmaların başlatılması olmuştur. Bu derin yapılanma fark edildiğini anlayınca olayı kamufle etme gayretine girmiştir. Bu kapsamda müvekkilim ve ilgili Cumhuriyet Savcılarınca yürütülen faaliyet, terör örgütü ile bütünleşmiş yapıları tasfiyeye yönelik olduğu halde, olay “siyasi iktidara yönelik bir komplo olarak” sunulmuş ve ne yazık ki bunda da başarılı olunmuştur. Devam eden süreçte Müvekkilim hedef haline getirilmiş, PKK/KCK İstanbul ana davası olarak adlandırılan iddianameyi henüz yazdığı ve örgütsel tehditlerin had safhada olduğu bir zaman diliminde iki kişi olan koruma sayısı bire indirilmiş, ayrıca tahsis olunan koruma aracı hiçbir gerekçe gösterilmeden alınmıştır. Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı olarak görev yaptığı süreçte hiçbir soruşturma geçirmediği ve üstün performansla çalışmalarını sürdürdüğü halde özel yetkisi kaldırılmış ve TMK’nın 10. Maddesiyle Yetkili Cumhuriyet Savcıları arasında yer bulamamıştır. Derin yapılanmanın bu faaliyetlerinin karar mercileri üzerinde ki etkisini Hürriyet Gazetesi yazarı Şükrü Küçükşahin 13.08.2012 günlü yazısında açıkça ortaya koymuştur. Burada şu hususun da belirtilmesinde fayda vardır; bir yandan hakkında birçok ağır nitelikli suçtan dolayı halen soruşturma yürütülmekte olan ve bir süre bu suçlardan tutuklu kalan kişilere usulsüz korumanın sağlandığı basına yansımakta iken diğer taraftan müvekkilimin yürüttüğü yüksek riskli soruşturmalara rağmen Devlet tarafından sağlanması gereken korumanın (belli kişilerin müdahalesi ile) yerine getirilmemesinin getirebileceği bütün olumsuz sonuçların hukuki ve vicdani sorumluluğu ilgili kişilere aittir. Müvekkilim tarafından başlatılarak yürütülen ve basında “telekulak skandalı olarak lanse edilen 2011/762 sor. numaralı dosya, İran Devrim Muhafızlarına bağlı olarak Türkiye’de faaliyet yürüten ve Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve benzeri cinayetleri gerçekleştiren Yabancı Menşeli ve İran Ajanlarınca yönetilen bir kanlı terör örgütü olmasına rağmen dinleme olayını manşetlerine çeken gazeteler örgütün bu yönünden hiç bahsetmemiş, hatta müvekkilim ile birlikte diğer Savcıların örgüt uydurduklarını iddia etmişlerdir. NEDEN? Müvekkilim yukarıda belirtildiği üzere KCK/PKK operasyonlarını yürütürken terör örgütü içerisinde bir kısım kamu görevlilerinden oluşan ve Devlet içerisinde hayati mevkileri işgal eden derin yapıya soruşturma sürecinde rastlamıştır. Bu kez de Tevhid/Selam Kudüs Ordusu terör örgütüne ilişkin 2011/762 sayılı soruşturmada, Mahkeme kararıyla yapılan dinlemeler ve fiziki takipler sonucunda, derin yapının bir kanadının da bahse konu Tevhid/Selam terör örgütünün içerisinde fiilen yer alarak örgüte üst düzey istihbarat ve lojistik destek verdiği saptanmıştır. İşte bu tespitlerden haberdar olan derin yapılanma, yasal takibata uğramamak için “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” atasözünü doğrular şekilde, soruşturmayla hiçbir ilgisi bulunmayan binlerce insanı sanki bu dosya kapsamında dinlenmiş gibi gösterip bu kara propaganda ortamında kendisini gizlemek istemiştir. Ayrıca Müvekkilim tarafından başlatılan bu soruşturma, bahse konu Tevhid/Selam Kudüs Ordusu isimli terör örgütünün ülkemizde gerçekleştirmeyi planladığı kanlı cinayetlerle oluşturmak istediği kaos ortamını engelleme noktasında çok önemli bir rol oynamıştır. Nitekim takibata uğradıklarını fark eden örgüt üyeleri derin yapının adamları tarafından uyarılmıştır. Soruşturmayla örgütün faaliyetleri adım adım izlenmiş ve rahat hareket etmeleri engellenmiştir. Yıllarca kaos planları yapan örgütün bu soruşturmayla akamete uğrayan faaliyetleri, bu soruşturmayı yürüten Emniyet ve Yargı güçlerine karşı örgütte bir intikam duygusunun oluşmasına neden olmuştur. Bu kapsamda şu sorularda yapılan kara propaganda ve iftira haberlerinin arkasındaki niyetin açığa çıkması için cevaplanması gerekli sorulardır; Ülkenin faili meçhul cinayetlerle karışması ve kaos ortamının oluşması için faaliyet içinde olan yapılar ve arkalarındaki irade kimdir? Müvekkilim ve ilgili Cumhuriyet Savcılarınca yaklaşık (3) yıl boyunca gizlilik içerisinde yürütülen soruşturma neden deşifre edilmiştir? Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcısının bu soruşturma ile ilgili olarak mevzuata aykırı olarak ve basındaki iftira kabilinden haberleri doğrular mahiyetteki basın açıklamasını yapması için kendisinden talepte bulunan olmuş mudur? Hakkında tarafımızdan yapılacak suç duyurusunda detaylandırılacağı üzere, Sayın Başsavcı, bir yargı mensubu olarak dinleme işlemlerinin nasıl yapıldığını bilmesine ve dolaylı dinlemelerin ne anlama geldiğini gayet iyi bilmesine rağmen neden gerçeğe aykırı içerikte bir basın açıklaması yapmak zorunda kalmıştır? Soruşturmanın basına yansıtılması terör örgütü ile ilgili yapılan takibatı neticesiz bırakmamış mıdır? Bu yayınlar örgüt elemanlarının kaçmalarına fırsat vermiş midir? Soruşturmanın gizliliği açıkça ihlal edilmemiş midir? Türk yargı tarihinde manşetlerden bu şekilde günlerce deşifre edilen ve gizliliği ihlal edilen bir örgüt soruşturması var mıdır? Bundan sonra meydana gelmesi muhtemel faili meçhul cinayetlerin sorumluları bu soruşturmayı deşifre edip, üzerini kapatmaya tevessül edenlerde olmayacak mıdır? NETİCE-İ TALEP: Yukarıda detaylıca izah edildiği üzere, müvekkilime hakaret ve iftira eden, gizli bir soruşturmayı deşifre ederek sekteye uğratan ve örgüt mensuplarının kaçmalarını sağlayan şüphelilerden şikâyetçiyiz. Cezalandırılmasını talep ediyoruz. 02/05/2014 Adnan ÇİMEN
'Barış Süreci Böyle Giderse, Gerilla Sürece Müdahale Eder'
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan , çözüm sürecinin devamına yönelik AKP’nin somut adım atmaması halinde “gerillanın sürece müdahale edeceğini” savundu. Kalkan, “Eğer gerçekten çözüm yönünde adım atılmaz, Abdullah Öcalan ’ın ortaya koyduğu projelere karşılık verilmez, halk üzerindeki bu baskı terör devam ederse gerilla da müdahale eder, halk da” şeklinde konuştu. “Demokratikleşme adı altında AKP iktidarını sağlama alma dışında hiçbir şey yapılmıyor. Zaten savaş sürüyor. Toplum üzerinde uygulanan polis terörü var” ifadelerini kullanan Kalkan, “Hükümet için yönetimimiz net görüş belirtti. Yani AKP, şimdiye kadar çok şey yaptım, kimsenin yapmadığını yaptım, diyor; ama AKP'nin yerinde kim olsa bundan fazlasını da yapardı. O konuda hiç kimse yanılmamalı” dedi. Erdal Er ’e konuşan Duran Kalkan’ın Özgür Gündem’de yer alan söyleşisi şöyle: Geride bıraktığımız günlerde BDP-HDP heyeti Abdullah Öcalan'la görüştü. Basına yansıyan açıklamalar var. Dikkat çekici bir cümle şu; hem derinlikli müzakereler başlayabilir, hem çatışmalar başlayabilir. Size yansıyan farklı bir durum var mı? Tabii oldukça kritik, riskli, ciddi bir süreç içerisindeyiz. Herkes deyim yerindeyse diken üzerinde. Çünkü tarihten gelen ve çözülmesi gereken ağır sorunlar var. Bu sorunların çözümsüzlüğü toplumu o kadar germiş ki, artık herkes için tehdit oluşturuyor Çözüm umudu giderek azalıyor mu? Çözüm ışığı görülmüyor, ya da ışığın önü hep kapatılmak isteniyor. Aslında sorunların çözümü için bir ışık yok değil. Proje oluşturulmamış değil, çaba az değil, ama bunları hayata geçirmede sorunlarımız var, zorluklarımız var. Birileri ısrarla bunun önünü kapatıyor. Çözümsüzlükten, çelişkili durumdan, sorunlar içinde yaşamaktan çıkar sağlıyor. Israrla bu çelişkili ve çatışmalı durumun sürmesini istiyor. Kürt sorunu da bu sorunların en başta gelenlerinden biridir. Birileri bunları zamanında oldukça planlı, programlı bir biçimde ortaya çıkarmış, bunların üzerinde var olmuş. Varlığını ve çıkarını bu çelişki ve çatışmaların üzerine kurmuş; şimdi de bunun değişmesini, dolayısıyla sorunların çözülmesini engellemeye çalışıyor. Sadece çıkarını kaybedeceğinden korkmuyor, aslında ne kadar kirli, vahşi ve zalim olduğu ortaya çıkacak. İnsanlık düşmanı olarak, tarihe geçecek. Bundan korkuyor. Bu korkudur ki bütün gücüyle çözümü engellemeye çalışıyor. Dört bir yandan böyle oyunlarla, saldırılarla karşı karşıyayız. Bunun içinde küresel, bölgesel, yerel aktörler de var. Önder Apo’nun büyük bir sabırla geliştirdiği, son derece makul, tarihi, herkesin yararına olan çözüm projeleri var. Bunu herkes görüyor, herkese yansıyor. Ama Önder Apo şunu da söyledi; İmralı'dan ve bu koşullarda yaşayan bir kişiden daha öte bir şey gelmez. Yani her şeyi ben yapamam, bir kişiye yaptırılamaz, dedi. Mevcut koşullar da İmralı sistemi ortada. Daha fazlasının yapılamayacağı söylendi. Ama buna rağmen çözümsüzlükten, çelişki ve çatışmadan çıkar sağlayan çevreler, aynı tutumlarını sürdürmekte ısrar ediyorlar. Ne yazık ki bunu aşması gerekenlerin mücadelesi zayıf kalıyor. Çözümü engelleyici güçlerden söz ettiniz ama hükümet çok şey yaptığını söylüyor. Hükümet ve devlete göre çözüm süreci devam ediyor. Hatta önemli adımlar attıklarını açıkladılar. Hükümet için yönetimimiz net görüş belirtti. Yani AKP, şimdiye kadar çok şey yaptım, kimsenin yapmadığını yaptım, diyor; ama AKP'nin yerinde kim olsa bundan fazlasını da yapardı. O konuda hiç kimse yanılmamalı. Sanki AKP'nin kendi düşüncesi ve onun sonucunda bunlar yapılıyor gibi bir hava veriliyor. Oysa koşullar değişti. Aslında AKP bir şeyler yapma, çözüm yönünde adım atma değil de engellemede marifetli oldu. Şimdi de aynı politika sürüyor. AKP'den bir çözüm görmedik, yoktur öyle bir durum. Seçimden sonra neredeyse kırk gün geçiyor, herhangi ciddi bir tutum, açıklama, çözüm yönünde ve demokratikleşme yönünde bir şey yok. AKP'nin bütün marifetleri, önündeki seçimleri nasıl kazanacak ve kendi iktidarını nasıl uzatacak, tutumu budur. Dolayısıyla biz artık AKP'den çözüm yönünde herhangi bir beklenti içinde değiliz. Bir de, idam cezası geri gelsin, açıklamaları da var. Hem de hükümet, başbakan ya da kendi çevreleri bunları gündeme getiriyor. Avrupa Birliğine giriş nedeniyle bu durumlar kaldırıldı. Bize uymuyor, zaten Avrupa Birliği’ne de giremedik, hala niye bu durumdayız, diyorlar. O bakımdan tek yanlı bakmamak lazım. AKP'yi okurken tek yanlı bakanlar, bir söze bakanlar yanılırlar. Aynı anda bir söz yok ki, tek bir tutum yok ki! Birçok tutum, farklı farklı sözler var. Hepsi de birbirinin karşıtı. Bu bir AKP tarzıdır. Zaten işin başını tutmuş, istediği gibi baskı uyguluyor, her şeyi söylerim, her türlü tutumu gösteririm, herkeste beklenti yaratırım, diyor. Bu, sanki bir şey yapacakmış gibi beklenti yaratma, umut yaratma, karşındakini etkisiz kılma tutumudur. AKP halen o tutumdadır. Bunu söyleyen AKP'dir, başkası değildir. AKP, demek ki bundan çıkar sağlıyor ki söylüyor. Aldatmaya çalışıyor, uyutmaya çalışıyor, toplumu yanıltmaya çalışıyor ki tepki göstermesinler, beklenti içerisinde olarak AKP'nin iktidarına karşı yapmaları gereken mücadeleyi yapmasınlar. Bu oldukça planlı, maksatlı, düşünülmüş bir özel savaş yöntemi. Bunu çok etkili bir biçimde kullanıyor. Ama sadece o da değil, aynı AKP bu süreç içerisinde 1600 tane karakolun yeniden yapımını kararlaştırmıştır. 180 tanesi Hakkari'de yapılacak. Hakkari kutu gibi bir yerdir, üç tane kasabası var, orada bile zaten her dağ ve her köyde hem ordu karakolu, hem polis karakolu, hem de korucu karakolu vardı, şimdi yüz seksen tane daha yeni yapıyor, eskileri tamir ediyor. Bütün Kürdistan'da 1600 karakol. Bunları yapmak için devletin bütün imkanları seferber ediliyor. Bütçenin hepsi buraya verilmiş durumda. Sanki o bütçe görüşmeleri boşuna olmuş. Şuraya bütçe, buraya bütçe dendi, ama Türkiye’nin bütçesi Kürdistan'daki karakollara ancak yeter. İyi araştırılması gerekir. Bu bakımdan AKP'nin açıklamalarına tek yandan bakmamak gerekli, bunların hepsi oyun, hile. Biz böyle algılıyoruz, böyle algılamak zorundayız da. Gözümüzle gördüğümüz yeni bir durum ya da tutum yok. Sayın Öcalan’la görüşmelerin yapılıyor olması bir adım değil mi? İmralı sisteminde bir değişiklik yok ki!. Gidilmiş, görüşülüyor. İsteyen milletvekilleri gidiyor, her türlü istedikleri tutukluyla görüşüyor. Bunun ötesinde hiçbir şey yok. Bu, AKP'nin getirdiği bir iyileşme değil, bir iyilik değil. İmralı sistemini Avrupa kurdu, komployu Amerika düzenledi. Dönemin ABD Başkan’ı Clinton'un başdanışmanı “biz planladık, başbakana imzalattık” dedi. Dolayısıyla Önder Apo İmralı'da ABD planıyla, kararıyla, uygulamasıyla duruyor, Avrupa Birliğinin kararıyla duruyor. Ben Avrupa'da hapis yattım altı sene, Avrupa yasalarını da biliyorum. Bir müebbet tutuklu on beş yılı dolduğu zaman yeniden mahkemeye çıkartılıyor. AİHM'in kuralı var, ama yeniden mahkeme ediliyor. Yani cezayı veren mahkeme ya da görev üstlenmiş mahkeme yeniden değerlendiriyor. Tutukluluğu devam etmeli mi, bırakılmalı mı? Yüzde 99 müebbet hapis tutuklusu, on beş yılı dolunca serbest kalıyor. Ben o hukuku iyi biliyorum. Önder Apo on altıncı yıla giriyor. Herhangi bir yargılama yok, birkaç milletvekili 30-40 günde bir gidip görüşme yapınca bu sanki bir iyileştirme, yeni bir adımmış gibi sunulmak isteniyor. Hükümetin çıkarttığı MİT yasasının İmralı görüşmelerine yasal çerçeve oluşturduğunu düşünüyor musunuz? Önder Apo da son görüşmesinde bunun istenilen yasal çerçeve olmadığını ortaya koydu. Yani ortada böyle bir şey yok. Bize göre ise zaten hiç yok. Bırak yasal çerçeveyi, MİT'e saldırı hakkı verildi. Ülke içinde ve dışında her türlü kirli operasyon yapma yetkisi verildi. Bazıları dediler, yeni Yeşiller olacak. Bu anlamda sorunun çözümü için yapılan bir yasal düzenleme mi, yoksa bize saldırı için yapılan bir düzenleme mi, onu anlamak istiyoruz. Acaba o yasaya dayanarak MİT, PKK-KCK yöneticilerini katletme planları mı yapıyor, onun peşinde mi koşacak, bunun üzerinde durulsun, bu açıklansın. Biz olaya bu çerçeveden de bakıyoruz. O bakımdan yapılanın böylesi bir iyileştirme olduğu düşüncesi kesinlikle yalan ve aldatıcıdır. Tersine yapılması gerekenlerin engellenmesi var. Değişim, demokratikleşme, Önder Apo'nun koşullarında çözüm temelinde adımlar atılması gerekirken AKP bunların hepsini en aza indirdi. Kendi iktidarını güçlendirmeye malzeme yaptı. İç politika etkeni yaptı. İçişleri Bakanı demokratik özerkliğin eski bir terminoloji olduğunu Kürt sorununu bireysel haklar temelinde çözeceğiz, diyor. Kimin bireysel hakkı! Bir Kürdün mü hakkını çözecek? Toplumu olmayan insan var mı dünyada? Kapitalizm onu iddia etti, geldiği nokta ortada. Bireysel çözümler safsata. Bireysel haklar ve özgürlüklerle toplumsal sorunlar çözülür, demek kapitalizmin bir uydurmasıdır. Tarihin en ağır, vahşi ve barbar sömürüsünü uygulamak için uydurduğu bir kılıf. Mazlumları, köleleştirdiklerini, zulmettiklerini aldatmak için, zulmünü maskelemek için kullandığı bir yöntem. Kürt sorununa yaklaşım da tümüyle böyledir. Kürtler toplum olmaktan çıktı mı? Onu söylemek şu anlama geliyor: Kürt toplumu bitmiştir, Kürt halkı kalmamıştır. Kürt olarak böyle konuşmak isteyen, ben bir Kürt bireyi olarak varım, derse onlara hak veririm, demektir. Bu, Kürdün yok edildiğini, toplum olmaktan çıkartıldığını, eritildiğini, katledildiğini, soykırıma uğratıldığını kabul etmek anlamına geliyor. Toplumu katletmişsin, bireye hak vereceksin! Böyle bir hak hukuk olmaz, bunun toplumla alakası yok, hepsi bir safsata ve aldatma aracıdır. Biz o tür şeyleri tartışmıyoruz bile. KCK davasından tutuklanan Kürt siyasetçilerin bir kısmı serbest bırakıldı. Bunun çözüm için bir adım olduğunu düşünüyor musunuz? Ergenekoncuların hepsi bırakıldı, ama KCK tutuklularının hepsi bırakılmadı; bir kısmı bırakıldı. Kürtlere ayrı bir yasa uygulaması oldu. Aynı yasa Kürtlere uygulanmadı. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme yöntemi denendi. Şimdi buna ileri bir adımdır, diyenlere şunu sormak isterim; Niye tutuklandı bu insanlar? Ne yaptılar ki tutuklandılar? Suçları neydi ve neden 4-5-6 yıl cezaevlerinde tutuldular? Önce bu sorgulanmalı. Tutulma nedenlerinin hepsi siyasidir. Tamamen düşünce ve siyaset özgürlüğü kapsamında bir faşizm uygulandı. Bir de zaten bırakılmadılar, fazladan yatırıldılar; devlet onların hepsine borçludur. Buna rağmen, tutuklanmaları anti-demokratik olmasına, T.C’nin anti- demokratik faşist yasalarına göre tutuklanmış olmalarına rağmen, o yasalara göre bile fazla kaldılar. Tabii, Hatip Dicle bırakılmadı. DTK başkanıydı, şimdi DTK’nın çalışmalarından söz ediyoruz. Başkanı tutuklu, DTK işliyor. Bu olamaz. Hatip Dicle bırakılmadan Kürtler herhangi yasal bir çalışma yapamazlar. Yasal demokratik kültürel, toplumsal, çalışma yapamazlar; örnek Hatip Dicle’dir. Kim yapabilir, ben olsam, yapmam. Çünkü Hatip Dicle örneği ortadadır. Niye yapayım. Cezaevleri demişken bir de hasta tutsaklar meselesi var. Hatta çözüm sürecin de hasta tutsakların serbest bırakılması bir adım olarak görülmek isteniyordu. Tabii çok politikaya alet edilmemesi gereken, tamamen insani bir durumdur. Aslında o hasta tutukluların büyük çoğunluğu ideolojik ve siyasi nedenlerden dolayı tutuklanmış, düşünce ve siyaset tutuklularıdır. Bir defa tutuklanmış olmalarını ben kabul etmiyorum ki, hasta olarak tutuklanıp tutuklanmamalarını tartışayım. Onları tutuklamış olmak, suç işlemiş olmak demektir. Yani bunu net söyleyeyim, onu yapanlar suç işliyorlar. Demirel’in deyimiyle 'keser döner, sap döner, bir gün hesap döner' bir gün gelir bunu yapanlardan da bunun hesabı sorulur. Böyle bir günün geleceğini de herkes düşünmeli. Bilinmelidir ki, tutukluların, hasta olan ya da olmayanların, çoğunluğu suçsuzdur. Faşist yasalar temelinde tutuklanmışlardır. Bu durumda ceza evlerinden cenazelerin çıkması, bir iktidar için yüz karası bir durumdur. Pazarlık konusu yapılıyor, hem de çok fazla pazarlık konusu yapılıyor. İnsanlarla yapıyor, tutuklularla yapıyor, düşüncenizden vaz geçin, beyninizi yiyin, sizi iki üç gün dışarda yaşatayım diyor. Şimdi bu gayri insani bir tutum, AKP’ nin faşist yüzünü gösteriyor. Bence siyasi çevreler de tutuklular da bunu iyi görmeliler. Sadece siyasi tutuklular değil, birçok tutuklu insan faşizmin baskısı nedeniyle tutuklanmışlardır. O kadar çok ayrım yapmaya da gerek yok. Özgürlük ve demokrasi savaşçıları, onu da iyi görmek gerekli. Böyle bir iktidardan bu kadar anti-demokratik, faşist baskı uygulayan, hukuku bir savaş aracı gibi karşı düşünce ve siyasetler üzerinde uygulayan bir iktidardan iyi niyet ve vicdan beklenmez. Bu bakımdan da bence özgürlük savaşçısı olarak durmak ve zindanda şehit düşmek en onurlu ve yüce duruştur. Bunu ifade eder. Seçimler öncesi hareket olarak bir deklarasyon yayınladınız, hükümetin muhatap olmaktan çıktığını, muhatabımız radikal demokrasi güçleridir dediniz. Bu da tartışıldı. Biz seçim öncesi açıklamayla ya da HDP’ye karşı yaklaşımımızla Kürt halkının, Kürdistan özgürlük hareketinin muhatabının, Türkiye emekçileri, kadınları, gençleri olduğunu sanki ilk defa söylüyormuşuz ve bir tutum değiştiriyormuşuz gibi bir hava var. Önder Apo, bunu her zaman söylüyor; Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin anısı beni yürümeye zorladı, yürüttü ve onların amaçlarının başarılması için 40 yıldır mücadele ediyorum, dedi. PKK böyle bir harekettir. Bunu herkes bilmeli, sanki PKK ilk defa, Türkiye’nin emekçilerini, demokrasi güçlerini, stratejik müttefik olarak alıyormuş gibi bir hava yayılıyor; bunu doğru bulmayız. 71 direnişi, Kürt ve Türk gençliğinin direnişiydi. PKK de o direniş içinden doğdu geldi, Önder Apo, ADYÖD ile işe başladı. Ankara Demokratik Yüksek Öğrenci gençliğinin, 12 Mart darbesi ardından örgütlülüğünü ifade ediyordu. PKK, 12 Eylül faşizmine karşı Türkiye’nin sekiz örgütü ile birlikte faşizme karşı birleşik cephesini kuran tek Kürt örgütü oldu. Ve o cephenin ilkeleri temelinde de 30 yıldır direniyor, direniş yürütüyor. Bu direniş Kürdistan’ın özgürlüğü, Türkiye’nin demokratik dönüşümünün gerçekleşmesi içindi. PKK hiçbir zaman Türkiye’nin dışında bir hareket olmadı. Çıkış noktasının bir bölümü kesinlikle bu şekildedir ve Kürdistan özgürlük mücadelesi, Türkiye demokrasi mücadelesini her zaman bir stratejik müttefik olarak gördü, ortak stratejik güç olarak ele aldı. Kendisini Türkiye demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak gördü. Bunu herkes böyle görmeli, bilmeli. Önder Apo bunu defalarca açıkladı, tüm stratejik planlamaları buna göredir. İster partileşme sürecinin stratejisi olsun, ister 15 Ağustos atılımının stratejisi olsun, böyledir. 15 Ağustos atılımının stratejisi FKBC stratejisiydi, Faşizme karşı birleşik cephe, Kürdistan özgürlük direnişi ile Türkiye demokratik devrimini başarıda birleştirme, stratejik olarak başarıya götürme cephesiydi. 30 yıldır direniş süreci içerisinde de böyledir. Her zaman esas aldığı, varlık nedeni olarak gördüğü bir şeydir. Müttefikiniz neden gelişmedi? Stratejik müttefikimiz aynı düzeyde mücadele yürütemedi, aynı gelişmeyi sağlayamadı. 70’lerin başında güçlü olan oydu, ama 80’lerin başında FKBC çizgisinde direnişi yürütmeyince geriye düştü, tasfiye oldu. Direnişe girmeyen güçler hareketi tasfiye ettiler. Geri plana düştü, siyasi gücünü kaybetti, çözüm gücü olmaktan çıktı. Bir demokratik devrim ve değişim gücü olmaktan çıktı. Kürdistan'da direniş gelişti, PKK Türkiye'deki demokrasi hareketinin bir çözüm gücü haline gelememesi, politik çözüm aracı olamaması karşısında farklı çözüm arayışlarına da girdi. 1993 Martında ateşkes ilan edip hükümetle, devletle ilk diyaloğu kurması, çözüm arayışına girmesi yeni bir arayıştı. Ortak bir cephe ve mücadeleyi hiç devreden çıkarmadı. Erbakan hareketiyle, Ecevit hükümetiyle diyalogları sürecinde de çıkarmadı. Şimdi AKP ile ilişkileri de bu çerçevededir. Sanki PKK AKP ile müttefik olarak doğmuş, müttefik olarak kendisine AKP’yi almış, yürümüş de artık çözüm üretemeyince, ben bundan vazgeçiyorum, diyor. Böyle bir şey yok. Çözüm süreci ile bir gerginlik var. Kuzey-Güney sınırında bir gerginlik var. Medya savunma alanlarında Heronlar dolaşıyor. Kalekolların yapımı sürüyor. Önümüzdeki günlerde çatışma riski, olasılığı var mı? Elbette var. Bunun önünde çatışmayı engelleyebilecek bir şey var mı, diye sormak daha mantıklı olur. Çatışmasızlığı sağlayacak bir şey yok. Ne var, gerçekten bir çözüm projesi mi var, demokratikleşme projesi mi var? Demokratik çözüm çabası mı var, dürüstçe, iyi niyetlice bir tutum mu var? Yok. 1 Mayıs’ı gördük işte. Kürdistan’a bakmayalım, İstanbul’u, Taksim’i gördük. Mevcut iktidarın toplum karşısındaki durumunu görüyoruz. O polislerin halka saldırısını görmediniz mi? Tam bir düşman, hepsi militan, faşist militan. AKP’nin mi olur, devletin mi, kimin olursa olsun, ama o polis camiasının birer faşist militan olduğundan hiç kimse kuşku duymaz. Gözümüzle görüyoruz. Seçimde hile yaptı, her şeyi yaptılar. Polis istediği gibi saldırıyor. Demokratikleşme adı altında AKP iktidarını sağlama alma dışında hiçbir şey yapılmıyor. Zaten savaş sürüyor. Toplum üzerinde uygulanan polis terörü, faşist polis savaşı var. Kürtlere karşı özel savaş, kültürel soykırım savaşı devam ediyor. Bu durdurulmuş, kesilmiş değil. Bunun şiddetlenip şiddetlenmemesi, Kürtlerin vereceği tepkiye bağlı, Türkiye toplumunun, emekçilerinin vereceği tepkilere bağlı. Örneğin emekçiler 1 Mayıs’ta tepki gösterdiler, çatışma çıktı. Kürtler, karakolları istemiyoruz, diye tepki gösteriyorlar. Colemêrg’de, Lice’de benzeri yerlerde çatışma çıkıyor. Demek ki şimdi çatışma yoksa, demokratik direnişin zayıflığından kaynaklı. Direniş güçlü olsa bu faşist şiddete karşı direniş olsa, çatışma çıkacak. Yoksa faşist baskı ve saldırı, AKP saldırıları yok değil. Peki ateşkes? Bir ateşkes konumu yok, bir çözüm arayışı yok, böyle bir durum yoktur. Bu bakımdan her şeye açık, fiili bir durum var. Güçlerin tutumları ve çabaları bunu gösterecek. Saldırılar artarsa gerilla sürece müdahale eder mi? Evet eder. Eğer gerçekten de çözüm yönünde adım atılmaz, Önder Apo’nun ortaya koyduğu projelere karşılık verilmez, halk üzerindeki bu baskı terör devam ederse- Kürdistan’da güya işte her taşın ve her tepeciğin üzerine karakol yaparak tam bir asker hegemonyası sistemi kurulmak isteniyor - gerilla da müdahale eder, halk da müdahale eder. Herkes de müdahale eder buna. Bunu herkes bilmeli. Aydınlar meselesine ne diyorsunuz. Kürt meselesi Türkiye'de öyle bir noktaya geldi ki silahlar patladığında Kürt meselesi varmış gibi davranılıyor, silahlar sustuğunda mesele çözülmüş gibi davranılıyor. Ne dersiniz? Şimdi bu konuda da gerçekten tam tutarlı bir duruş yok. Geçen süreçte biz zorlandık. Bu kadar baskı var, direniyoruz; niye direniyorsunuz deniliyor. Ateşkes ilan ediyoruz. Bu sefer dönüyorlar niye ateşkes ilan ediyorsunuz, diyorlar. Ne istedikleri anlaşılamıyor, öyle bir durum var, kafa karışıklığı var. Özellikle bu liberal kesim böyledir. O aslında CHP’den ve milliyetçi çizgiden kopmamaktan kaynaklıdır. Demokratik denen o sol anlayışın,- başka tandanslı da olsun- demokrasi anlayışının arkasında milliyetçilik var. Bu öyle bir noktaya gelmiş ki artık. Örneğin Mehmet Altan eski solcu bir aileden geliyor. Aileye, babasına da saygı duyuyoruz, ama bu kadar da mantıksızlık olmaz. Ne diyor? AKP ile PKK, görüşmeler sürdürüyor. Kürt sorununu çözecekler, Kürdistan'da demokrasi olacak, Türkiye’de AKP faşizmi yaşayacakmış. Yani insaf, profesör olmuş. Sosyal bilim, siyaset bilimi bu mudur? Her gece de birkaç kanalda konuşuyor, en iyi bilen benim, diyor. Ayıp oluyor. Türkiye ile Kürdistan ilişkisi böyle midir? Acaba şimdi AKP iktidarı yok mu? Kürdistan’da PKK'nin yönetimi yokken, çözüm yokken, Kürdistan'da kültürel soykırım uygulanırken AKP yönetimi yok muydu? Bunları AKP yönetimi uygulamıyor mu? Geçmişte de sizi şöyle eleştiriyorlardı. AKP’yi neden eleştiriyorsunuz, AKP gelmiş geçmiş hükümetler içerisinde Kürt sorununa en iyi noktada duruyor şeklinde… Şimdi de tersini söylüyorlar. Milliyetçi yaklaşım var; ama bu son yaklaşım mantıksız da oldu. Türkiye’deki faşizm, Kürdistan'da soykırım varken, Kürdistan'da soykırım kalkar demokratik hale gelirse acaba Türkiye böyle mi olur. AKP yönetimi böyle mi olur? Bunu bile yorumlayamıyorsa, ben o kafaya ne diyeyim. Öyle sosyal bilimcilik siyaset bilimcilik olmaz. Biraz daha mantıklı olunmalı. Milliyetçi solcudurlar, reel sosyalizme çok bağlılar. Reel sosyalizmin yaklaşımı da öyleydi. İşte ulusal kurtuluş hareketleri, metropolleri demokratikleştirdi deniyordu. Sömürgelerin kurtuluşu, emperyalizmi sınırlandıran, emperyalist metropollerde demokrasinin gelişmesine hizmet eden gelişmelerdir, diyerek, bütün ulusal kurtuluş hareketlerini alkışladılar. Sıra Türkiye ve Kürdistan’a gelince Kürt sorunu çözülür, Kürdistan'da sömürgecilik ortadan kalkarsa Türkiye’ye faşizm gelir, diyorlar. O zaman Vietnam’da da sömürgecilik yıkılınca Fransa’ya ve Amerika’ya faşizm mi geldi, yoksa onların demokratikleşmesine mi hizmet etti. Bu, sistemin dışına çıkamayan, Türkiye, Kürt gerçeğine gelince dünya geneline karşı düşüncelerini bile uygulamaktan uzaklaşan bir mantığı ifade ediyor; bunun altında milliyetçilik vardır. Son zamanlarda liberallerin ortak eleştirişi var. Bu hükümetten çözüm çıkmaz, siz neden bu hükümete yakın duruyorsunuz. Böyle suçlamalarda bulunuyorlar. Ama kim mücadele ediyor bu hükümete karşı. Ben onu sorarım, kendilerinin bizden öteye ve fazla yürüttükleri ufacık bir mücadele göstersinler, şapka çıkartırım. Var mı mücadeleleri? Kendileri o hükümetin yönetimi altında yaşıyorlar. Artık gerçekçi olalım biraz. Biz nasıl mücadele ediyoruz, kendileri neredeler. Orada, burada birkaç söz söylemek, mücadele midir? Öyle olsa ben 24 saat durmadan konuşurum, hiç bir şey ifade etmiyor, AKP’ye karşı mücadelede ne yaptılar? 30 Mart seçimlerinde kim ne gösterdi. Kürtler 100 tane belediye AKP’den kopardılar; onu diyenler AKP karşısında ne kazandılar? Hangi mücadeleyi yürüttüler, politik olarak nerede duruyorlar. Yani öyle olmaz. Biz ahmak değiliz, aklımız var ve düşünüyoruz, herkes de düşünüyor. Yine PKK bu kadar çaba harcadı, Önder Apo bu kadar çaba harcadı. Bütün demokratik güçleri birleşsin, Kürdistan’daki bütün gelişme imkanlarını onlara verelim, Türkiye'de demokratik bir alternatif oluşsun dedik. Gelip ona da katılmadılar. Niye DTK’da, HDK’de HDP’de çalışmıyorlar? Niye Türkiye’nin bütün demokratik güçlerini, sol güçlerini birleştirmiyorlar, birleşmeyen sola konuşmuyorlar? PKK’ye öyle diyenler niye öbürüne demiyorlar ki, niye apayrı kalıp da CHP’nin kuyrukçuluğunu yapıyorsunuz. Niye hani sizin demokratik alternatifiniz, diyemiyorlar? Çünkü kendileri de ayrı kalıyorlar. Ben bunları söylemek istemiyordum ama söyletmesinler. Görülmüyor, anlamıyor değiliz. Zayıftırlar, teşvik edici konuşmak istiyoruz. Bunu herkes bilmeli. AKP ile kim mücadele ediyor? Bu bakımdan kim AKP’ye karşı mücadele ediyor, kim AKP’yi bu hale getirdi? Bunu hepimiz biliyoruz. Gerçekçi olalım; Kürtler kadar AKP’ye direnen var mı? 12 yılık AKP zulmü altında zindanlar kimlerle doldu; kim zindanlarda yatıyor hala. Öyle laf konuşmak aydın olmak değildir. Böyle söylerim herkes inanır, sanılmamalı. AKP’yi bu hale getirenler liberal sol denen kesimdir.2002’de boşluğu onlar yarattılar. Sol demokratik güçler boşluk yaratmasalardı, Ecevit hükümeti çökerken Türkiye’de sol demokratik bir iktidar gelecekti. Bu olmadığı için boşluktan AKP yararlandı. AKP kendisini Sol’muş gibi sundu yıllarca. Avrupa ve diğer güçler de kendilerini öyle algıladılar. Şimdi AKP’ye kapıyı bu kadar aç, AKP karşısında en küçük bir siyasi başarın olmasın; bu 10 bin tutuklu vermiş, AKP’nin ipliğini pazara çıkarmış, Kürdistan’da iktidarını yıkmış olan bir harekete kalk, AKP’ye güç veriyorsun de. El insaf derler insana. Böylede olmaz ki. Dilin kemiği yok istediği gibi konuşur ama böylede konuşamaz. Çözüm süreci denilince Rojava’yla iç içe konuşuldu. Rojava’da hükümet, Türkiye işin neresinde duruyor. Rojava’ya yapılan saldırılar Türkiye kaynaklı mı? Evet, sadece bugüne bakarak ele almamak lazım. 2011’den bu yana 4 yıldır yaşanan bir süreç var. Türkiye’nin çok aktif bir durumu söz konusudur. Böyle ele almak, yaklaşmak daha doğru. AKP hep bunu söyledi. Suriye’de bir tarafız ve savaş gücüyüz. Rojava milli güvenliğimizi tehdit ediyor, göz yumamayız, dediler. Şimdi buna göre de politika uyguladılar. Açıktan saldırı gerçekleştirdiler. Suriye uçağını düşürdüler, Suriye onların uçağını düşürdü. Yani bütün o iktidara karşı savaşan güçlerin yüzde 70-80’i Türkiye üzerinden geldi. Türkiye’de eğitildi, donatıldı. Gerçekten savaş üssü oldu, savaşın geri cephesi olarak rol oynadı. Bu Suriye’ye karşı olduğu gibi -daha fazlası- Rojava’ya karşı da oldu. Rojava’yı mili güvenliğe tehdit olarak gördüğü için Rojava’yı daha ilk andan itibaren boğmak için bir yığın proje geliştirdi. Dışişleri Bakanlığındaki Suriye toplantısı bunun bir parçası mı? Dışişleri Bakanlığında yapılan tartışmaların esasında Rojava’ya bir müdahale tartışması olduğu bana göre kanıtlanmış artık. Zaten hükümet tepki gösterince, basına yansıyınca ben şüphelenmiştim. Neden bu kadar tepki gösteriyorlar, mantığı yoktu. Eğer Suriye konuşulmuşsa, zaten hükümet açık söylüyordu, savaş halindeyiz, Esat yönetimini her gün tehdit ediyordu. Bunun konuşulduğu bir yerde bu konuşmaların basına yansıması hükümeti asla zorlamaması gerekiyordu. Oysa Dışişleri’ndeki konuşmanın basına yansımasından sadece hükümet değil, Cumhurbaşkanı bile rahatsız oldu. Devlet tepki gösterdi. Bu Rojava’ya yönelik bir saldırı planıydı. Suriye’ye saldırıyoruz, adı altında seçim döneminin kargaşasından yararlanarak Rojava devrimini tasfiye etmek üzere bir saldırı planı herhalde var. Kobani’ye saldırı böyle anlaşılabilir. Halen de bu kanıdayım. Kobani’yi o saldırıda düşürebilselerdi, Ceylanpınar üzerinden ve Kuzey’den hendeklerle hatta asker girdirerek Serêkaniye’ye, Süleyman Şah türbesine gidiyoruz, adı altında Doğu’dan ve Kuzey’den kuşatacaklardı. KDP’den de Batı’yı kuşatmalarını istedi, zaten El Kaide ile anlaşmışlardı. El Kaide de Güney’den saldıracak, sözde Cizire’yi düşürecekler. Sanki böyle bir plan vardı; başarılı olamadı. Bu AKP planıdır. Hendek meselesine ne diyorsunuz? Hendekler kazıyorlar şimdi, duvar örüyorlardı Rojava’nın devrim rüzgarları Bakur’a ulaşmasın, duvara çarpsın da geri dönsün diye. Güya Kuzey devrimini, Kuzey’deki özgürlük devrimini duvarla önleyecek, kesecek. Şimdi de hendekle önlemeye çalışıyor. Herhalde atlayamasın diye yapıyorlar. Kürdistan’ı kuşatma çabası aslında Rojava’yı kuşatma çabasıdır. Önder Apo, bu konuda ‘sadece kendilerini rezil etmekle kalırlar’ demişti. Gerçekten de ‘hendek’ için söylenebilecek en çarpıcı sözler herhalde bunlar olabilir. KDP kendi kendisini rezil etti. Biz bu konuda kendilerini uyardık. Bizim uyarılarımızı ‘ PKK yöneticiler bizi sert eleştiriyor’ biçiminde değerlendirdiler. Bizim uyarılarımızı dostça bir uyarı olarak görebilirlerdi. Gerçekten de öyleydi. Partilerinin bir geçmişi var. Yine ailenin geçmişi ve belli bir itibarı var. Bu yaklaşım bunları da zedeler. Önder Apo’nun deyimiyle, gerçekten sahiplerini rezil eden bir hareket oldu. KDP’nin bu politikasının seçimlere yansıdığını düşünüyor musunuz? Son yapılan seçimlere de yansıdı tabii. KDP Rojava politikasında yanlış yoldadır. Bunu bizim söylememize gerek yok. Kendisinin görüp kabul etmesi gerekiyor. Fakat birileri bunları yanlış yola soktu; bu yoldan, çıkmıyorlar mı, çıkamıyorlar mı, kendisi de mi durumu kabul etti; onu bilemem. Ama bu durumda olmaya devam ederse daha çok kaybeder. Kürt kamuoyu nezdinde kaybeder. Kimseye kabul ettiremez, kimseye anlatamaz bunu. Nitekim anlatamıyor da. Herkes şunu bekliyordu; Rojava’ya dönük her alandan gelen saldırılara karşı Hewler yönetimi de destek verecek. Güney Kürdistan, Rojava devriminin geri cephesi olacak, sırtını dayadığı yer olacak; ama tersi oldu. Şimdi bunu Rojava’daki devrimle izah etmek mümkün mü? Orada zaten yeni bir hareket gelişiyor. Sen daha öncesinde gelişmiş bir hareketsin, kendini tüm Kürdistan karşısında sorumlu olarak gördüğünü söylüyorsun. Peki, Rojava devrimi karşısında sorumluluğun nerede? Seçim sonuçlarına yansıyan da bu oldu. Güney’deki Irak seçimleri bunun somut göstergesidir. İç politika etkenleri de etkiledi. Güney’de hükümet halen kurulamadı. Evet, 21 Eylül’de Güney Kürdistan seçimleri yapılmış olmasına rağmen hala hükümet kurulmadı. Bundan tabii ki KDP sorumlu. Çünkü bölge başkanlığı KDP’nin elindedir. Seçimden birinci parti olarak çıktığı için hükümet kurmaktan birinci elden sorumludur. Onu da kuramadı. Ulusal Kongreyi seçimlerde bir etken olarak değerlendirdi, ama sonuca götürmedi, hatta engelledi. KDP tabii ki bunların bedelini öder, ödüyor da. Daha fazla da öder. Mevcut politikalarını değiştirip Kürt Ulusal Demokratik çizgisine girmezse daha fazla zarar görür. Xaneqin’deki patlamaların Rojava’yla ilgili olduğunu düşünüyor musunuz? YNK bölgesinde olması dikkat çekici. Bu konuda somut bilgilerimiz yok, birçok olasılık ve söylentiler var. Fakat bir şey söylemek için, yorum yapacak bilgiye sahip olmak gerekir. YNK barıştan ve çözümden yana bir politika izliyordu. Rojava’da da, Suriye’de de öyledir. Bu saldırı YNK mitingine oldu. YNK ‘ye yönelik saldırıyı politik açıdan değerlendirirsek, Rojava ve Suriye’de çözüm politikasına, barış ve demokratikleşme politikasına yönelik bir saldırıdır. Kim buna karşıysa onlar yaptı, diyebiliriz. Rojava’yla ilgili birçok defa çözümün ne olduğunu kamuoyuyla paylaştınız, ama yine de geldiğimiz aşama itibariyle çok iç içe geçmiş ilişkiler, taraflar ve kutuplaşmalardan söz ediliyor. Hareket olarak Rojava’da hem Türkiye hem de KDP’yi işin içine katarsak çözüm ne olmalı sizce? Rojava kendi çözümünü yaratıyor, biz bu çözümü çok önemsiyoruz. Rojava halkı doğru yolda, demokrasi yolunda yürüyor. Kürt özgürlüğü yolunda kahramanca yürüyor. Kürt yurtseverliğinin ve Kürt demokratlığının bunu selamlamak ve buna destek vermekten başka bir tutumu olamaz. Bu çok önemli bir çözüm yürüyüşü. Kendi içinde demokrasiyi inşa ediyor. Bütün halkları, Kürt, Arap, Süryani, Ermeni bütün toplumsal kesimler katıyor. Bütün cinsiyetleri katıyor, kadınlar işte Kürdistan’da ilk defa bir yönetim başkanı oldular, Afrin’de. İlkler orada gerçekleşiyor. Kürt Ulusal Kongresi’nde de bir kadın eş başkan olsun, dedik. Bazı partiler kıyamet kopardılar. Oysa Rojava’nın demokratik özerk bölgelerinin yönetim başkanlığını kadınlar yapıyorlar, sadece eş başkan da değil. Tek kişilik başkanlıkla yönetiyorlar, böylesi demokratik temsil var. Bu çok önemli, bunu bir defa görmek gereklidir. Bu bir model aslında, Kürdistan’ın diğer parçaları için bir model, hem de Suriye ve Ortadoğu için bir model. Aslında Rojava’da gerçekleşenin iki tarafa da uygulanma imkanı var. Sadece bir Kürt sorununu çözme modeli değil, sadece Rojava’yla sınırlı değil. Bütün Suriye demokrasisini, demokratik birliğini gerçekleştirecek bir model. Güneyi de zorluyor aslında. Güney’de de birçok tartışma Rojava’daki gelişmeler üzerine çıktı. KDP kendi dışında bir irade, Kürt iradesi olsun istemiyor. AKP soykırımcı çizgiyi sürdürüyor. Her ne kadar Dersim soykırımı şu, bu dese de, bu dil ucunda kalıyor. İç politika etkeni olarak kullanılıyor. Aslında soykırımcı politikayı değiştirmiş değil, Türkiye’de yeni bir politika, halkların demokratik siyasetini oturtmuş değil. Onun için Rojava’daki gelişmeler, Kürdün kimliği, adı gelişince ulusal varlığına tehdit olarak görüyor. Her ikisi de böyle bir modelin gelişmesinden korkuyorlar. Rojava’daki model AKP ve KDP’nin maskesini düşürüyor. Türkiye’yi de, Güney Kürdistanı da etkiliyor. Buralardaki rejimlerin anti-demokratik karakterlerini, yüzlerini açığa çıkarıyor. Bundan da endişe ediyorlar. Bizim maskemizi düşürüyor, toplumu bilinçlendiriyor, uyarıyor, diye korkuyorlar; bu kadar karşıt olmalarının, tepki göstermelerinin bir nedeni olarak bunları da sayabiliriz. Rojava’da savaş, Kuzey’de barış olur mu? Bu mümkün mü? Örneğin Güney Kürdistan’ın Kürt iradesini tanıyacaksın, Kuzey Kürdistan’da ise Kürtleri yok etmek için en vahşi özel savaşı yürüteceksin. Bu noktada Tayyip Erdoğan’la Tansu Çiller arasında hiçbir fark yok.1990’ların başında Güreş, Çiller, Ağar çetesinin uyguladığı komple savaş konseptinin bir benzerini Tayyip Erdoğan’da uyguluyor. Zaten 25 Ağustos 2005’de topyekûn savaş kararı almadılar mı, aldılar. Aynı şeyi uyguluyor, sadece bir yöntem değişikliği var. Onlar silahla katlediyorlardı, bu da polis terörüyle sindiriyor, hapse koyuyor. Polis terörü ve cezaevi, zindan baskısını uyguluyor, yani yöntem farlılığı var. Politika aynı, politika yapılanlar aynı. Böyle olunca bu mümkün değil. Dikkat edelim bu anlamda Kuzey’de böyle davranırken; AKP’nin Güney Kürdistan’la ilişkilerini, Kürt iradesini tanıyan, demokratik ilişkidir, diye bilir misiniz, hayır. Çıkar ilişkileri ne kadar kirli, belli bile değil. Henüz daha altında neler var açığa çıkmamış. Burada kesinlikle özgür irade ilişkisi yok, demokratik ilişki yok. Kürt varlığını kabul eden ilişki yok. O bakımdan da aslında kabul etmiyor; o da bir göstergedir. Rojava’daki tutumu neyse Kuzey’deki tutumu da odur. Kuzey’deki tutumu neyse, Güney’deki Kürt’e yaklaşımı da o. Kürtler bugün tarihten ders çıkarmayacaklarsa daha ne yapacaklar. 100 yıldır soykırım yaşıyorlar. Tarihten ders çıkartıcı olmak lazım, bütün Kürtler çıkartmalı. AKP’dir, şu bu değil. Ankara’da hangi yönetim olursa olsun, bütün Kürdistan’ın dört parçasındaki ve yurt dışındaki Kürtlere yaklaşımı aynıdır. O anlamda AKP, kendisine yaklaşımı doğru anlamak istiyorsa, çevresindeki Kürtlere yaklaşımına da baksın. Hepsine baksın, bu ortaktır. Kuzey’e öyle yaklaşır, Güney’i farklı kabul edemez. Güney’i kandırmaya çalışıyor o zaman. Herkes bu konuda gerçekçi olmalı, tarihten ders çıkarmasını bilmeli. Bu kadar katliam yaşandı, bir rejim gerçeği var. Hali hazırda Kürt varlığını kabul etmiyor, AKP de kabul etmiyor. Tayyip Erdoğan, bir gün çıksın, ‘Kürt halkı’ desin; Kürt milleti desin. Kürt halkının hakları desin, diyor mu? Yoktur. Bu kavramları kullanma yoktur. Kürt kökenli vatandaşlarım, bilmem Kürdün hakkı vb. Türkler, Kürtler, Çerkezler tekerlemeleri. Ardından hemen tek millet, tek devlet; bunlar faşizmin söylemleridir. Özü faşist ama diline bazı şeyler getirerek aslında bazılarını kandırmaya çalışan bir tutum. Oyalayıcı iki yüzlü bir yaklaşım.T24
Gazi Mahallesinde Çatışma: 1 Ölü 4 Yaralı
İstanbul Sultangazi’de iki grup arasında çıkan silahlı çatışmada bir kişinin hayatını kaybetti. DHA’dan Uzay Kesmen’in haberine göre olay, saat 19.00 sıralarında Sultangazi Yunus Emre Mahallesi 1398. Sokak’ta meydana geldi. İddiaya göre, kimliği belirlenemeyen bir grup kişi, aralarında daha önceden husumet bulunan Ercan Ateş ‘e sokak üzerinde ateş açtı. Birden fazla tabanca ve uzun namlulu silahların kullanıldığı çatışmada, Ercan Ateş de silahına davranarak gruba karşılık verdi. Uzun süre devam eden çatışma sonucunda Ercan Ateş başına isabet eden kurşunla olay yerinde yaşamını yitirdi. Yakındaki bir büfenin önünde oturan Cengiz Kavak, Eyüp Torun ve kimliği henüz belirlenemeyen 18 yaşındaki bir kişi de seken kurşunların isabet etmesi sonucu çeşitli yerlerinden yaralandı. Çatışmanın ardından, saldırganlar olay yeri yakınına bıraktıkları otomobillere binerek kaçtı. Vatandaşların ihbarı üzerine mahalleye çok sayıda polis ve sağlık ekibi sevk edildi. Olay Yeri İnceleme ekipleri, çatışmanın meydana geldiği 1398 Sokak’ta ve cadde üzerinde inceleme yaptı. Ercan Ateş’in cesedi de, yapılan incelemenin ardından otopsi için İstanbul Adli Tıp Kurumu morguna kaldırıldı. Bölgede öğle saatlerinde PKK Lideri Abdullah Öcalan ‘a özgürlük talebiyle açılan imza standına bir grup silah ve satırlarla saldırmış ve dört kişi yaralanmıştı. BDP Gaziosmanpaşa İlçe Eş Başkanı Yaşar Arat, Mehmet Karadağ ile SYKP üyesi Cavit Umut taburcu edilirken, saldırıda ağır yaralanan Ömer Delibaş ‘ın tedavisi ise sürüyor.diken.com.tr