onedio

boks Haberleri

boks ile ilgili tüm haberler, içerikler, galeriler, testler ve videolar Onedio’da. boks ile ilgili son dakika haberleri ve gelişmelerini, yeni içerikleri de bu sayfa üzerinden takip edebilirsiniz.

trend-arrow

Popüler İçerikler

Genç Yaşta Hayatını Kaybeden 20 Ünlü İsim
(20 şubat 1967 - 5 nisan 1994)8 nisan 1994‘te kurt’un cesedi, seattle'daki evinin garajının üzerindeki odada , alarm sistemi yerleştirmek için gelen bir elektrikçi tarafından bulundu. kotunu, gömleğini ve ayakkablılarını giymiş olan kurt, göğsünün üzerinde bir pompalı tüfek ile sırt üstü uzanmış durumdaydı. tek bir kurşun ile suratını dağıtmıştı. cesedin yanında birtakım kişisel eşyalarla birlikte bir de intihar mektubu bulundu. intihar olgusuna cobain ailesinin geçmişinde çok sık rastlanılmaktadır. burle cobain adında bir akraba, kendini karnından vuruyor, bundan beş yıl sonra da burle’in kardeşi kenneth kafasına sıktığı tek kurşunla ölüyordu. aslında bu tür ölüm aberdeen'da oldukça yaygındı.
En İyi 20 Android Oyunu
20 -  HAY DAY Kullanıcılara yepyeni bir çiftlik oyunu deneyimi sunan Hay Day, ellerinizle yapacağınız farklı hareketler yardımıyla kontrol edebileceğiniz birçok farklı içeriği sizlere sunuyor. Doğal ortama geri dönmek, arazilerde çalışmak, tavuk, domuz, inek ve koyun yetiştirmek isteyen kullanıcılara hitap eden bir oyun olan Hay Day ile huzur dolu basit bir hayatın kapılarını açabilirsiniz. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.supercell.hayday 19 - CLASH OF CLANS Dünya çapında milyonlarca oyuncunun severek oynadığı Clash of Clans, Android tablet ve telefonlara giriş yaptı. Supercell tarafından geliştirilen destansı savaş stratejisi oyunu Clash of Clans ile köyünüzü inşa edin, askerlerinizi eğitin ve oyuncularla çevrimiçi savaşın keyfini çıkarın. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.supercell.clashofclans 18 - LEGEND ONLINE Barış için savaşanların dünyası Legend Online’a hoş geldiniz. Hiç bir indirme işlemi gerçekleştirmeden doğrudan kullanmakta olduğunuz internet tarayıcısı üzerinden Legend Online’a üye olabilir ve oynamaya başlayabilirsiniz. MMORPG türündeki bu oyun tarayıcı tabanlı bir oyun olduğu için oyunu kullanmakta olduğunu internet tarayıcısı araçlığı ile oynayabileceksiniz. Yapmanız gereken sadece üye olup giriş yapmak, ayrıca oyuna Facebook hesabınız ile kayıt olabilir ve oynayabilirsiniz. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.legend.dragon 17 - CANDY CRUSH SAGA 7'den 70'e her yaştan oyuncu kitlesine sahip olan Candy Crush Saga'da yapmanız gereken şey, en az 3 aynı renkli şekeri bir araya getirerek tüm şekerleri patlatmak ve bölümü geçmek. Son güncelleme sonrasında yaklaşık 500 bölüme ulaşan oyunda, bölümlere göre yapmanız gerekenler değişebiliyor. Fakat görevinizi her daim şekerleri patlatarak yapıyorsunuz. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.king.candycrushsaga 16 - SIX-GUNS Six Guns, Gameloft firması tarafından Android telefonlar için geliştirilen eski kovboy filmlerini konu alan ücretsiz bir aksiyon oyundur. Oyunda Buck Crosshaw adlı bir kovboyu yönetiyoruz ve istemeden de olsa öldürdüğümüz biri yüzünden kanun kaçağı damgası yiyerek Arizona'dan kaçmak zorunda kalıyoruz. Yolculuğumuz boyunca bir çok görevde karşımıza çıkan kovboylar, yaratıklar ve doğa üstü güçlerle mücadele ediyoruz.  https://play.google.com/store/apps/details?id=com.gameloft.android.ANMP.GloftSXHM 15 - FOOTBALL MANAGER HANDHELD 2014 Yıllardır PC platformunda kendi kategorisinde rakip dahi bulamayan menajerlik oyunu Android içinde iddiaalı bir yer edindi.  Football manager handheld 2014 ismiyle google play'de yerini alan oyunda 14 adet lig bulunmakta. Malesef oyunda Türkiye ligi ve Türkçe dil desteği bulunmamakta. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.sigames.fmh2014 14 - MODERN COMBAT 4: ZERO HOUR Birbirinden güzel oyunlar çıkaran gameloft firmasının elinden çıkmış bir oyun. Telefonumuzda Fps tadını çıkarmak için bundan daha iyi bir oyun olamazdı. Walker adlı komutanın emrinde adadaki düşman birlikleri temizlemekle görevliyiz. Oyun 12 bölümden oluşmakta ve aralıksız oynandığında 2 saat içinde bitmektedir. Oyunun çoklu oyuncu modu da mevcut. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.gameloft.android.ANMP.GloftM4HM 13 - JOE DEVER'S LONE WOLF Oyun dünyasının içinde olanlara bu isim hiçte yabancı gelmeyecektir. Hikayesiyle grafikleriyle mükemmel dövüş sistemiyle oyun zevkiniz tavan yapacak. Tarihi ve mistik bir oynayış tarzı olan oyunda cesaretiniz en büyük silahınız. Bu oyunda çok kan akacak çooook... https://play.google.com/store/apps/details?id=com.bulkypix.lonewolf 12 - ASPHALT 8: AIRBORNE Android platformunun en sevilen ve beğenilen yarış oyunlarından biriside Asphalt serisidir. Arabalarıyla, müzikleriyle, yeni fizik motoruyla size mükemmel bir sürüş zevki verecektir. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.gameloft.android.ANMP.GloftA8HM 11 - MOUNT & BLADE: WARBAND Türk bir çiftin önderliğinde destansı ortaçağ konulu bir rol yapma oyunudur. Eski dönem mekan ve coğrafyada eski silahlarla benzersiz bir maceraya hazır olun.! https://play.google.com/store/apps/details?id=com.taleworlds.mbwarband 10 - ASSASSIN'S CREED: PIRATES Deniz savaşlarını konu alan bu korsan oyunu geçen yılın en iyi oyunu seçilmişti. Oyunda Alonzo Batilla isimli genç ve hırslı bir korsan kaptanın hikayesine tanık oluyoruz. Kaptanımızın amacı düşmanlarına mağlubiyeti tattırmaktır ve açık denizlerin hakimiyetini ele geçirmektir. Kaptanımız bu yolculuğunda kural tanımadan imparatorluklara meydan okuyacak ve kendi servetinin peşine düşecektir. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.ubisoft.assassin.pirates 9 - THE ROOM TWO The Room, oyunculara vermiş olduğu ipuçları ile odada kapalı olan kutu benzeri cismi açmaları için uzun uzun düşündürüyordu. Bakalım The Room İOS'ta yaptığı etkiyi Android platform'u için yapabilecek mi... https://play.google.com/store/apps/details?id=com.FireproofStudios.TheRoom2 8 - NBA 2K14 NBA 2K14 konsollarda ve bilgisayarlarımızda oynayabildiğimiz dünyanın en başarılı basketbol oyunu serisi olan NBA 2K14'ün mobil cihazlara uyarlanmış versiyonudur. Ünlü basketbol oyuncusu LeBron James'in imzasını taşıyan oyunda kendi takımımızı seçerek NBA sezonunda birinciliğe giden yolda ilerleyebiliyoruz. Lisanlı gerçek NBA takımlarının yer aldığı NBA 2K14 bize farklı oyun modları da sunuyor. Bu modlardan oyuna çeşitlilik ve renk katmakta. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.t2ksports.nba2k14google 7 - REAL BOXING Kendinizi boks maçındaymışsınız hissi veren oyununda dövüş ve kariyer modlarından birini seçerek boks heyecanını yaşamaya başlıyorsunuz. Kariyer modunda kazandığınız puanlarla karakterinize yeni özellikler kazandırabilir ve görünümünü değiştirebilirsiniz. 30’un üzerinde dövüş ve üç kemer ünvanı sizleri bekliyor. 20’dan fazla rakip ile karşı karşıya geliyorsunuz. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.vividgames.realboxing 6 - FIFA 2014 FIFA 14 Android telefon ve tabletleriniz için serinin yaratıcısı EA Gamestarafından yayınlanmış ve mobildeki en iyi futbol oyunu deneyimini yaşamanızı sağlayacak oyunlardan bir tanesi. Zira FIFA serisi çok uzun zamandır çeşitli platformlardaki en iyi futbol oyunlarından birisi olarak biliniyor ve bunu hem kaliteli görsellerine hem de başarılı oynanışına borçlu. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.ea.game.fifa14_row 5 - REAL RACING 3 EA mühendisleri tarafından hazırlanan ve Real Racing serisinin üçüncü oyunu olarak karşımıza çıkan bir yarış oyunu. Android kullanıcıları için hazırlanmış olan bu sürüm için öncelikle söylememiz gereken, oyunun indirilmesinden sonra büyük bir kurulum dosyasının oyun içinden indirileceğidir. Her ne kadar mağazada 6 MB olarak görünse de oyun çok daha büyük bir yer kaplamaktadır. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.ea.games.r3_row 4 - MINECRAFT Minecraft, kısa zaman içerisinde dünya üzerinde yüksek indirme sayılarını yakalamayı başaran en popüler strateji oyunlarından biri ve gün geçtikçe sahip olduğu oyuncu kitlesini arttırmaya devam ediyor. Blok kırma, yerleştirme ve hayatta kalma temelli bir oyun olan Minecraft'ı bu kadar popüler yapan en büyük özelliklerinin başındaysa oyuncuların sahip oldukları hayal gücünü sınırsız şekilde kullanabiliyor olmaları yatıyor. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.mojang.minecraftpe 3 - HUNGRY SHARK EVOLUTION Aksiyon dolu bir Android oyunu olan Hungry Shark Evolution'da amacınız vahşi bir köpek balığının kontrolünü elinize alarak en uzun süre hayatta kalmaya çalışmak. Mükemmel üç boyutlu efektler ve aksiyon dolu bir oyun sizleri bekliyor. Deniz altında geçireceğiniz bu heyecan dolu oyunda küçük balıkları yiyerek, aşama kaydettikçe 10 tonluk bir beyaz köpek balığının kontrolünü bile elinize alabilirsiniz. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.fgol.HungrySharkEvolution 2 - TOP ELEVEN Futbol takımınızı zafere taşıyın! Top Eleven, kendi takımınızı oluşturup yönettiğiniz ve aynı zamanda milyonlarca oyuncunun yarıştığı en popüler online oyundur! https://play.google.com/store/apps/details?id=eu.nordeus.topeleven.android 1 - GRAND THEFT AUTO: SAN ANDREAS Grand Theft Auto: San Andreas'ta Carl Johnson adlı kahramanımızın hikayesi konu alınmakta. Carl, bundan bir süre önce uyuşturucu ve yolsuzluk çukuruna düşmüş San Andreas'a bağlı Los Santos şehrinden ve bu kötü hayattan kaçmıştır. Şehir o  kadar kötü haldedir ki film yıldızları ve milyonerler bile uyuşturucu satıcılarından ve çetelerinden kurtulmak için mücadele etmektedirler. https://play.google.com/store/apps/details?id=com.rockstargames.gtasa
Onur Ünlü: '+18 Kısıtlamasının Siyasi Olmadığına İnanmak İstiyorum'
“İtirazım Var” filmi Onur Ünlü’ye İstanbul Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödül’ü kazandırdı. Filme, içinde “insanlık onuru var” gerekçesi ile +18 yaş kısıtlaması getirildi. Ünlü, gerekçenin de gerekçesini merak ettiğini dile getirdi İstanbul Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan Onur Ünlü’nün son filmi İtirazım Var, geçen Cuma gösterime girdi. Film, gösterim tarihine bir gün kala “+18” yaş sınırlandırması şoku yaşadı. Gerekçe ise filmde “insanlık onuru” olması bir de “şiddet” içermesiydi. Camide işlenen bir cinayetin peşine düşen İmam Selman Bulut’u anlatan İtirazım Var, din, polisiye ve mizahi unsurları barındırıyor. Ünlü ile hem filmi, hem de getirilen sınırlandırılmayı konuştuk. Ünlü, “Kararın siyasî olmadığını umuyorum” diyor ve filmin her polisiye kadar belli oranda şiddet içerdiğini belirtiyor. Filminize, gösterimine bir gün kala +18 yaş sınırlaması getirildi. Sizce bu kararın gerekçesi ne? Ve bu süreçte ne yapmayı planlıyorsunuz? Evet, 18 yaşın altındakilerin filmi seyretmesi yasaklandı. İtiraz edeceğiz, itiraz hakkımız var çünkü. Gerekçeli kendi başına çok komik bir metin, içinde “İnsan onuru, genel ahlak ve şiddet barındırdığı” için gibi bir şey söylüyor. Yani filmin içinde “insan onuru var” diyor. Evet, filmde “insanlık onuru” var. Ama çok fazla şiddet sahnesi yok. Bu kadar şiddet sahnesi filmin +18 alması için yeterli mi? Şiddet belli oranda vardı, bir yumruklama sahnesi var, bir de bir iki tane yara görüyoruz ama onu da karanlıkta görüyoruz. Bilmiyorum niye öyle bir karar verdiler, sormak lazım bu gerekçenin de gerekçesini. Mesela 76 milyon insanın ahlakını koruyan iki tane adam var orada. Bu insanlar kendilerini nasıl hissediyor? Gerçekten o derece ahlaklı insanlar mı? Acaba benim de onları denetleme hakkım var mı? “Evet, bu beni ahlaken denetleyebilir” diyebilir miyim? Ben neye dayanarak o adamın ahlakının, benim ahlakımı sorgulamasına izin vereceğim? Kararın siyasî olduğunu düşünüyor musunuz? Bütün iyi niyetimle siyasî olmadığına inanmak istiyorum. Önümüzdeki birkaç gün bunu daha net ortaya çıkartacaktır. Eğer öyleyse yazık bize... Ama filmde, güncel politik göndermeler var. Çok göze batırmayan ama yakın geçmişi hatırlatan... Bu senaryo 2010’da yazıldı. Politik gönderme dediğiniz kısımları, çekerken eklemedik, güncel olana değsin diye tek bir şey yapmadık. Sadece Superman karakteri var filmde, izleyenler görecekler o karakteri ekledim sonradan. Aslında bu, şunu gösteriyor, dört sene içinde hiçbir şey değişmemiş. Bir takım şeyleri hissetmişiz ya da biliyormuşuz... Zaten o kazanın kaynadığının farkındaydık. Estetik olarak, bir eserin siyasete gönderme yapmasını çok da verimli bulmam, eserin değerini düşürür bence. Ama çoğu insan sizin gibi düşündü çok göze batmadığı konusunda. Bunun böyle olma sebebi bizim samimiyetimizdir diye tahmin ediyorum. Yani içimizden geleni eğmeden, bükmeden, kırıcı olmadan ama olan bitenle ilgili ne düşünüyorsak o şekilde söyledik. İtirazım Var “Millî Cinayet Koleksiyonu”nun bir parçası. Fakat diğer filmlerinize kıyasla, polisiye türünün özelliklerini çok daha fazla taşıyor. En başında bunları toplayıp 10 film yaparız diye düşünmüştük. Ben gençlik yıllarımda polisiyeyle ilgilenmeye başladım, bayağı da kafayı takmıştım. Hatta ilk polisiye eser Ahmet Hamdi Efendi’nin Rabıta romanı derler eskiler. 1876’da yazılmış bir kitap. Bu kitaptan sadece altı tane kalmıştı, bir tanesi Atatürk Kitaplığı’ndaydı, ben oradan fotokopisini aldım o kitabın. Osmanlıca öğrenmeye başladım kitabı okumak için. Böyle konuşuyorum havalı havalı ama sürece olağanüstü hâkim olduğumdan değil işte de birazcık biliyorum polisiyeyi. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi gibi polisiye sayılabilecek filmler yaptım ama gerçek anlamda bir polisiye yapmak istiyordum. Polisiyelerde olay örgüsü en önemli şeylerden biri. Ben o kadar hâkim olmasam da polisiyeye, hep öyle gibi gelir. İtirazım Var’da evet bu örgü var ama öte yandan Selman Bulut karakteri de çok ön planda. Evet, polisiyenin olay örgüsü önemli ama bütün büyük polisiyelerde bizler, karakterlerin isimlerini biliriz. Sherlock Holmes gibi... Dolayısıyla polisiyede karakterler çok önemli. Çünkü onun peşinde takılır izleyici, eğer karakterin peşine takılmazsak ve onu tanımazsak inanmayız, korkarız, güvenmeyiz. Onun için karaktere güvenmemiz gerekiyor. O yüzden önce karakter sonra olay örgüsü gelir. Polisiye de eğer biraz kalburüstüyse o zaman tadından yenmez. Birincisi karakterin böyle bir önemi var. İkincisi bu karakter bana çok benziyor. Ben hiç boks yapmadım ama gerçekten antropolojiyle ilgilendim, biraz müzikle ilgileniyorum, Alevi deyişleriyle ilgilendim. Ama böyle bir adamı, tabiri caizse imam diye yutturmak ne kadar mümkün olabilirdi. İşte orada Serkan Keskin denen acayip adam devreye giriyor ve bizi o adam olduğuna ikna ediyor. İslam’ın doğası anti-kapitalisttir Filmde, dinî referanslı çok şey var. Ama en hissedilir olanı, dinin kapitalizmle bağdaşmayacağı. Bunla ilgili her şeyi yazacak, söyleyecek kadar bilgili değilim başta bunu söyleyeyim. Ama benim anladığım kadarıyla Kuran’ın kendisi zaten anti-kapitalisttir. Ama birçoğu, aynı kitaplarla üstelik öyle olmadığına dair deliller getirip bütün bir sistemi öyle kurar. Bu da bin 400 senedir devam eden bir çiledir. Misal gerçek anlamda malın ve ortaya çıkan kârın bölüşülmesidir Kuran’ın önerdiği. Oysaki zenginler sadaka vererek vicdanlarını rahatlatıyor. Filmde de söylüyor, “kırkta birlik” diye bir şey var. Malının kırkta birini vererek zekât’tan kurtulamazsın. Bu sadece alt sınır. Ama neden alt sınırdan hareket ediyorsun? İslam benim görebildiğim kadarıyla doğası itibariyle tekrarlıyorum anti-kapitalisttir zaten. SUZAN DEMİR/TARAF
Onur Ünlü: "Sinema Yok Olacak"
Yönetmen Onur Ünlü ile artı 18 yaş sınırlaması ile gösterime giren yeni filmi 'İtirazım Var’ı konuştuk. Ünlü, 'İtirazım Var' ile yaşadığı süreci, Türk sinemasını, sinemanın geleceğini ve yeni projelerini Al Jazeera Türk’e anlattı. Onur Ünlü, son filmi ‘İtirazım Var’a yaş sınırı (+18) geldiği günün ertesinde İstanbul Film Festivali’nden ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kazandı. Yaş sınırı her an +15’e düşürülebilir. Başrolde boks yapan, antropoloji okumuş, bağlama çalan bir imamı oynayan Serkan Keskin de aynı festivalde ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü aldı. Denetleme Kurulu birkaç gün içerisinde yaş sınırını daha da düşürebilir ama bir yandan da hayat geçiyor. Filmin gösterim günü an be an geride kalıyor ve sinemacılar için her seans çok önemli. Çünkü onlar ve elbette Onur Ünlü de filmleri izlensin ve daha çok insanla buluşsun diye film yapıyorlar. Sence filme neden 18 yaş sınırı getirildi? Açıkçası ben anlayamıyorum ama genel olarak duruşuyla ilgili bir sorun olmalı. Ben bu kararın siyasi değil, ahlaki olduğunu düşünüyorum ve bence bu daha kötü. Biz yine de itiraz ettik, itirazımız değerlendiriliyor ve belki de geri döner. Filmin belli bir yaşın altındakilere yasaklanmasına sebep olacak bir şey var mı içerikte? Bu nokta önemli. Çünkü benim bundan sonra yapacağım filmim yasaklanabilir ya da bundan sonraki bir filmime gerçekten +18 de verilebilir. Ama o sınırlamanın geleceği film, bu film değil. Zaten mesele de buradan çıkıyor. Bu şekilde denetlenmek bir yönetmen olarak sana ne hissettiriyor? Ben ancak benden daha ahlaklı ya da daha onurlu birisi tarafından ahlakımla ilgili denetlenmeyi kabul edebilirim. Ama bizi denetleyen insanlar kim, hiç bilmiyoruz ve tanımıyoruz. Meslekten insanlar oldukları söyleniyor ama biz onların mesleki yetkinliklerini de bilmiyoruz. Mesleki olarak da yaptığım işle ilgili benden daha yetkin biri olmalı. Bu karar prensip olarak umurumda değil ancak benim ve benimle çalışan insanların ekmeğiyle oynanıyor. Çünkü bu karar benim hem televizyon hem de vizyon satışını olumsuz yönde etkiliyor. Ben şu anda bununla ilgileniyorum. Yoksa o kurul da, Kültür Bakanlığı da total olarak umurumda değil. Ama benim filmime böyle davranan bir zihniyet, tarihi eserlere ya da diğer kültürel değerlere nasıl davranıyordur diye düşünüyorum. Yani benim filmime bu yaş sınırlamasını getirmekle, tarihi bir mozaik üzerine alçı sıvamak aynı şey. Filme yaş sınırlaması geldiğinde Cem Yılmaz da ‘itiraz’ edenlerden, tepki verenlerden biri oldu... Tabii, sağolsun o da destek oldu bize. Film Festivali’nin ödül gecesinde arkadaşlarımın, meslektaşlarımın üzerinde ‘Artı 18’e itirazım var’ yazılı çıkartma ile salonda oturmaları, jüri başkanı Derviş Zaim dahil herkesin bu çıkartmaları yapıştırması beni çok etkiledi. O günden beri de konuşuyoruz, neler yapabiliriz diye çünkü bu sadece benim filmime yapılan bir yasaklama değil, genel olarak bundan sonraki filmleri de tehdit eden bir anlayış. Bizim bu ahlak bekçiliği anlayışına karşı bir müdahalede bulunmamız lazım. Bu tip sınırlamalar, otosansüre neden olur mu zamanla? Benim bundan sonra yapacağım iki film de muhtemelen yaş sınırı olmaksızın yasaklanacaktır. Ama benim anlamadığım, bu tip bir karar çıkararak benim ya da bir başkasının film yapmasını engelleyecekler mi ya da caydırma yöntemi olarak bu mu kullanılıyor? Benim ne yapacağımı devlet belirleyemez, belirlememeli de. Bakın, ülkenin en değerli beyinlerinin bir kısmı bu film işinin içinde. Sinema üzerinden insanların mutluluğuna katkı yapmak isteyen bu insanlarla neden uğraşırsınız? Hayata dair para kazanmak, sosyal güvence, gelecek kaygısı gibi her şeyi bir kenara bırakmış bu insanların tek derdi iyi bir film yapmak ve bunu izleyiciye izletmek. Onlar olmadığında yerine ne koyacaksınız? Entelektüel olarak yoksunuz. Ne olmasını istiyorsunuz o zaman? Bu sorular yanıtsız. Anlamakta güçlük çekiyorum gerçekten. İYİ FİLM NADİR BİR ŞEYDİR Sanat kurumları geçmişlerine dönüp baktığı bir döneme girdi. Sinema açısından sence nasıl bir noktadayız Türkiye’de? Türk balesinden daha ileride olduğumuzu düşünüyorum sinemacılar olarak. Türk balesi diye bir şeyi söylerken bile kulağa ters geliyor. Benim ilk filmim ‘Polis’ 2007 yılında çıktığında o yıl gösterime giren Türk filmi sayısı 16’ydı. Geçen yıl 83 film vizyon gördü ve görmeyenlerle birlikte 100’ü buluyor bu rakam. Mesela 16 filmin içinden çok iyi beş film çıkma olasılığı 100 filmin içinden beş iyi film çıkma olasılığından daha düşük. Neticede senede zaten en fazla beş iyi film yapılabilir ki iyi film zaten nadir bir şeydir. Dünyada da böyledir. Türk sineması diye bir şey var mı peki? Türk ya da Türkiye sineması diye bir şeyden şimdilik bahsedemeyiz. Çünkü ortak bir duygu, ortak bir hal ya da zamanın ruhu dediğimiz şey etrafında film yapılmıyor, yapmıyoruz. Herkes kafasına göre bir şeyler yapıyor ve bir hengame oluşuyor. Ben de o hengame kuşağının içerisindeyim. Ama bu bir zaman sonra geçecek. Daha seçilerek yapılacak işler. Bizim filmlerde güzel planlar oluyor ama bir bütünlük yok, bunun nedeni nedir? Bütünlük duygusunu yakalamak kolay değil. Bir insan uyumak dışında hiçbir şeyi 100 dakika boyunca yapamaz. Ama 100 dakika boyunca bir filmi izleyebilirsin. İnsanları kapalı bir yere koyup, 100 dakika boyunca bir şeye baktırtmaya devam etmen gerekiyor. Bu kolay sağlanabilecek bir şey de değil. Özellikle bugün senin de bildiğin gibi çok fragmantal bir düşünce yapısı var ve insanlar ‘anlık’ bir fikri meşrulaştırarak sanat eseri ürettiğini iddia ediyor. Epik anlatım biçimi yok olmak üzere. Bunun yerine anlık düşünceler iş yapar haline geldi. İzleyici de bir anda karşısındaki esere bakıp onu üç, beş saniye içinde tüketip sonraki esere geçiyor. Böyle bir zamanda bir filmi 100 dakika içinde bütünlüklü olarak anlatmak iyice zorlaşıyor. TEVHİD ÜZERİNE DÜŞÜNMEMİZ GEREKİR O bütünlük için ne yapmak lazım? Peki, şöyle anlatayım, mesela ‘Tevhid’ meselesi üzerine düşünmemiz gerekir. Birlik ve bütünlük duygusu, her şeyin bir yandan da parçalanamaz bir bütünü oluşturduğu fikrini unutmamalıyız bence. Bundan uzaklaşınca film de dağılıyor, akıllarımız da dağılıyor. Sen Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan bütçe almıştın ve sonra geri verdin. O süreç nasıl gelişti? Ben bir film için para almıştım ve o filmi çekemedim. Çekmeyince de parayı götürüp geri verdim. Tabii ki tek seferde ödeyemedim ama 12 ay boyunca faiziyle birlikte aldığım parayı iade ettim. Bir daha da Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek filan istemedim. SİNEMA, İNSANLIK TARİHİNDE HOŞ SEDA OLARAK KALACAK Sence sinema Doğu kültürüne yabancı bir sanat dalı mı ? Ben sinemanın sadece Doğu kültürüne değil, Batı kültürüne de ait olmadığını düşünüyorum. Sinemanın insana ait olmadığını düşünüyorum. Önümüzdeki 50, en fazla 100 sene içerisinde yok olup gideceğine inanıyorum. Mesela geçenlerde bir yerde karşılaştım. Yanılmıyorsam Hititler döneminde yapılan ve üstün bir sanat tekniği, becerisi örneği olarak kabul edilen bir süsleme biçimi var. Şu anda kimsenin bununla ilgilendiği yok. Sinema da bunun gibi insanlık tarihinde hoş bir seda olarak kalacak. Zaten daha 100 yıllık bir mevzu ki koca insanlık tarihinde bir hiç ölçüsündedir. Sinema neye dönüşecek ? Evde kendi başımıza yaptığımız bir hale gelebilir mesela. Düşünsene Johannes Gutenberg 1450’de ilk kez modern matbaa tekniğini bulduğunda insanlığın kaderi değişmişti. Oysa şimdi evde internetten ya da kendi olanaklarımızla bir şeyler yazıp basabiliyoruz, büyük matbaa makinalarına ya da onları kullanacak insanlara ihtiyacımız yok. Sinema da belki böyle bireysel bir hale dönüşebilir. O zaman ‘Ben ne yapıyorum’ demiyor musun? Sürekli olarak diyorum. Ama mafya gibi oldu sinema benim için, girdim çıkamıyorum. Elimi verdim, kolumu alamıyorum. Bana yardım edin. TÜRKİYE’DEN İKİ ŞEY ÇIKMIYOR: SENARİST VE KALECİ Günlük yaşam politikası sanatçıları ne kadar etkiliyor ? Genel olarak sanat eserlerinin günlük politikayla kurduğu ilişkinin onu zedeleyeceğine dair yaygın bir kanı var ve ben de buna katılıyorum. Ancak bu aşılabilir aynı zamanda. Mesela ‘İtirazım Var’da bunu aşmaya çalıştık. Filmdeki göndermeler hem bugünün hem de 1400 sene evvelinin ve belki bundan sonrasının da sorunlarına dair ya da en azından izleyenlerin söylediği bu. Bir sanat eserinin yaşadığımız güne dair noktalara değinirken o noktaların cihanşümul olmasına da dikkat etmek gerekiyor. Sanatçı olsun olmasın insanlar çok fazla politize oldu. Politize olmayanlar günlük hayatın dışında mı tutuluyor? Politize olmak senin günlük hayatta işini kolaylaştırır, seni çok kolay bir şekilde konumlandırır ve günü kurtarmanı sağlar. Ama şunu unutma, Türkiye’den iki şey çıkmıyor: Bir senarist, iki kaleci. Çünkü herkes gol atmaya çalışır. Ya yönetmen olmak isterler ya da santrafor. Sinemaya sadece yazar olarak -ben dahil- destek vermek kimseyi kesmez. Bu bulunduğumuz yerin Ortadoğu olmasından ve sadece bize özgü olup, kimsenin anlayamayacağı o tatlı gerilimle yaşamamızdan kaynaklanır. Bu bir telaş yaratır, yarın ne olacağımızı hatta bir an sonra ne olacağımızı biz gerçekten de bilmiyoruz. HAKİKATLE ARAMIZDA 700 PERDE VAR Yine de sanatçıyla sanat yerine politika konuştuğumuz bir ortamdayız... Bu konumlandırma telaşı içinde meselenin özünden uzaklaşıyoruz işte. Mevlana, hakikatle aramızda 700 perde olduğundan bahseder. Günlük politika bence bu 700 perdeden biri sadece. Filmde, devletin din adamları Selman Bulut tarafından ister istemez dışlanıyor. Dinin mahrem ve kişiye özel tarafına neden vurgu yapmak istedin? Bir insanın dini inancını sormak ya da bunu araştırmak en temel nezaket kuralına aykırı en başta. Fakat şu an içinde bulunduğumuz iktidarla birlikte korkunç bir nezaketsizlik içerisindeyiz. İnanan ve inanmayan ayrımına gidildi ve bu inanan biri olarak beni çok rencide ediyor. Çünkü ben belirli bir iletişimde olduğum herhangi birinin dinini, milletini hiç düşünmedim. Fakat şu anda bu devletin bekasıyla doğrudan ilişkilendirilen bir şey gibi gösteriliyor. İdeolojilerinden emin olmadıkları için sürekli korkuyorlar ve korktukça daha fazla şey öğrenmeye çalışıyorlar. Çünkü kendi ideolojileriyle insanlar arasında sevgi, saygı, ruh birliği ve bağı olmadığının ve olamayacağının farkındalar.Bedia Ceylan Güzelce/Al Jazeera
"Gazetecilik Gerçek Dünyayla Bağlantımı Sağlıyordu"
Gabriel García Márquez’in stüdyo/ofisi, Mexico City’nin rengarenk çiçekleriyle ünlü San Angel Inn semtinde bulunuyor. Bu stüdyo, yazarın esas evinden kısa bir yürüme mesafesinde. Tavandan basık ama geniş bina, eskiden misafirhane olarak düzenlenmiş. Evin bir köşesinde koltuk, iki sandalye ve minibar duruyor. Odadaki en çarpıcı detay, García Márquez’in tek başına divanda oturarak poz verdiği devasa fotoğraf. Tarz sahibi şapkası ve rüzgarın saçlarını dağıttığı bir manzarada poz veren yazar, Anthony Quinn’i andırıyor. García Márquez stüdyonun en sonundaki masasında oturuyordu. Hafif ve canlı adımlarla ilerliyerek beni öne adım atarak karşıladı. Marquez, 1.70 civarlarında boyu, geniş omuzları ve belki de hafiften sıska bacaklarıyla, yazardan ziyade sağlam bir ortasiklet dövüşçüye benziyor. Söyleşi her biri yaklaşık iki saat süren üç öğleden sonra görüşmesinde yapıldı. İngilizcesi gayet iyi olmasına rağmen, García Márquez söyleşinin büyük kısmında İspanyolca konuştu ve iki oğlu çeviriyi üstlendi. García Márquez konuştukça, vücudu bir ileri bir geri sallanıyordu. Ne zaman bir şeyin vurgulamak istese, ellerini küçük ama kararlı bir şekilde oynatıyordu. Bazen de ellerinin hareketleri düşüncelerinin gidişatına tercüman oluyordu. Yazar kimi zaman dinleyicisine doğru eğilirken, kimi zaman da bacak bacak üstüne atıp arkasını sımsıkı yaslanarak tane tane konuşuyordu. Söyleşinin ses kaydını almam sizi nasıl etkiler? Gabriel García Márquez Buradaki sorun şu: Söyleşiyi kaydetmeye başlar başlamaz, tavırlarınız değişiyor. Benim durumuma gelirsek, hemen savunmaya geçiyorum. Gazeteci olarak hala ses kayıt cihazını nasıl kullanmayı öğrendiğimizi zannetmiyorum. Bana alırsa en iyisi gazetecinin not almadan uzun bir konuşmaya girilmesi. Gazeteci, daha sonra, konuşmadan hatırladıklarını ona edindirdiği intiba bakımından yazmalı, karşıdakinin dediklerini kelimesi kelimesine hatırlama gereği duymadan. Bir başka faydalı yöntem ise not aldıktan sonra söyleşi yapılan kişiye belli bir ölçüde sadık kalarak yorumlayarak yazmak. Ses kayıt cihazıyla ilgili en büyük sorun, kayıt edilenlerin söyleşi yapılan kişiye sadık olmaması; çünkü ses kayıt cihazı kendinizi aptal yerine koyduğunuz bir anı bile kayıt edip hatırlatabilir. O yüzden ne zaman ses kayıt cihazı görsem söyleşiye alındığımı hatırlarım; ses kayıt cihazı olmadığı zaman ise çok daha kasıtsız ve doğalım. Kendimi biraz suçlu hissettim şimdi, ama bu tarz bir söyleşi için ses kaydı sanırım elzem gibi… Neyse, bütün bunları dememin nedeni aslında sizi savunmaya itmekti. Yani siz hiç hayatınızda ses kayıt cihazı ile röportaj yapmadınız mı? Gazeteciliğimde hiçbir zaman kullanmam. İyi bir ses kayıt cihazım var elbette, ama onu daha ziyade müzik dinlemek için kullanıyorum. Ancak şöyle bir şey de var, gazeteci olarak hiç söyleşi yapmadım. Makale yazdığım oldu, ama soru - cevap tarzında hiç söyleşi yapmadım. Teknesi batmış bir denizci ile yaptığınız bir röportaj olduğunu duymuştum… Ama o soru - cevap tarzında değildi. Konuştuğum denizci bana yalnızca maceralarını anlattı, ben de onun kelimelerine sağdık kalmaya çalışarak ve birinci tekil şahıs üzerinden sanki o yazıyormuş gibi kağıda döküyordum. Söyleşiyi bir gazete haftalık şekilde tefrika etti; söyleşinin imzası da denizce aitti, bana değil. Söyleşi 20 sene sonra tekrar basılana kadar kimsenin haberi bile olmamıştı. Yüzyıllık Yalnızlık kitabıma kadar hiçbir editör onu beğenmemişti. Gazetecilik demişken, yıllarca roman yazdıktan sonra tekrar gazetecilik yapmak nasıl bir hissettiriyor? Şimdi gazetecilik yaparken farklı bir bakış açısı ya da hissiyatınız var mı? Her zaman gerçek mesleğimin gazetecilik olduğuna inandım. Eskiden gazetecilik hakkında sevmediğim şey çalışma koşullarıydı. Bunun yanısıra, düşünce ve görüşlerimi çalıştığım gazetenin çıkarlarına göre koşullandırmalıydım. Şimdi ise, romancılığa yıllarımı verdikten ve romancı olarak geçimimi sağlayabildikten sonra, kendi ilgimi çeken ve düşüncelerimle örtüşen konular bulabiliyorum. Her koşulda, iyi gazetecilik yapabileceğim durumları yakalamaktan hoşlanıyorum. Size göre fevkalade bir gazetecilik yazısı nedir? John Hersey’nin Hiroşima’sı gayet güzeldi. Peki bugünlerde yapmak istediğiniz bir haber var mı? Aslında bir sürü şey var ve bir kısmını yazdım bile. Şimdi kadar Portekiz, Küba, Angola ve Vietnam’dan yazdım. Polonya üzerine yazmak istiyorum. Sanırım ortada tam olarak neyin olup bittiğini anlatabilirsem, yeterince iyi bir hikaye olabilir. Ama şu an Polonya’da havalar çok soğuk ve ben de biraz keyfine düşkün bir gazeteciyim. Sizce romanların yapıp da gazete makalelerinin yapamadığı bir şey var mı? Yok. Bir fark olduğunu düşünmüyorum. Kaynaklar aynı, materyel aynı, kaynaklar ve dil bile aynı. Daniel Defoe’nun “Veba Yılı Günlüğü” de, Hiroşima yazı dizisi muhteşem yazılı eserler. Peki gazeteci ve romancının gerçek - hayal dengesini sağlamakta farklı sorumlulukları olabilir mi? Gazetecilikte gerçek olmayan bir öğe bile olursa bütün işinizin üstüne gölge düşebilir. Romanda ise, bilakis, gerçek bir öğe bile varsa bütün işinize meşruiyet katıyor. Aradaki tek fark budur ve bu iş yazarın kendini işine vermesiyle alakalı. Bir romancı insanları inandırdığı sürece her şeyi yapabilir. Birkaç sene önceki söyleşilerinizde gazeteciliğe şimdi baktığınızdan çok daha fazla hayranlıkla bakıyor gibiydiniz... Hem gazetecilik hem de romancılıkta eskisine göre yazmayı daha zor buluyorum. Gazetecilik yaptığım zamanlarda her yazdığım kelimenin hakkını vermiyordum, ama şimdi veriyorum. Bogotá merkezli El Espectador gazetesinde çalışırken, haftada en az 3 haberim çıkıyordu ve üstüne günde 2 ya da 3 editoryal not düşüyordum. Bir de buna film yorumlarımı ekleyin. Sonra bir de geceleri, herkes eve gittikten sonra, romanlarımın arkasına sığınırdım. Linotype makinelerinin sesine bayılıyorum, bazen kulağıma yağmur gibi geliyordu. Hatta sustuklarında, sessizlik içinde kaldığımdan, çalışamadığım bile oluyordu. Şimdi ise yazı çıkışım epey azaldı. İyi bir iş gününde, sabah 9’dan öğleden sonra 2 - 3’e kadar yazmam anlamına geliyor, en fazla 4 - 5 satırlık kısa bir paragraf ortaya çıkarabiliyorum. Bunun değişimin nedeni eserlerinizin çok övgü alması ya da siyasi bir angajman olabilir mi? İkisi de aslında. Bence şimdiye kadar tahayyül bile edemediğim kadar kişi için yazıyor olmak benim için hem edebi hem de siyasi sorumluluk yarattı. Bunun içinde eski yaptıklarımın arkasında kalmamakla alakalı bir gurur da var tabii ki. Yazmaya nasıl başladınız? Çizerek. Karikatürle. Okuyup yazmazdan çok önce bile evde ya da okulda sürekli bir şeyler çizerdim. Komik olan ise, şimdi farkediyorum, lisedeyken herkes beni yazar olarak bellemişti, tek kelime yazmamama rağmen. Hani ben yazardım ya, ne zaman bir broşür ya da imza kampanyası olsa metnini bana yazdırırlardı. Üniversiteye başladığımda, akranlarıma kıyasla çok daha iyi bir edebi geçmişe sahip olduğumu farkettim. Bogotá Üniversitesi’nde birçok kişiyle tanıştım, onlar da beni kendi yazar arkadaşlarıyla tanıştırdı. Böyle bir akşamda bir arkadaşım Franz Kafka’nın kısa öykülerinin olduğu bir kitap vermişti. İşte o gece eve dönüp Dönüşüm’ü okumaya başladım. Kitabın ilk cümlesi bile beni neredeyse yatağımdan düşürmeye yetmişti. Şaşakalmıştım. O cümle şöyledi: “Talihsiz bir uykunun ardından sabaha gözlerini açan Gregor Samsa, kendini yatağın üstünde koskoca bir böceğe dönüşmüş olarak buldu…” İlk cümleyi okur okumaz tanıdığım hiçbir yazarın kendine böyle şeyleri yazma izni vermediğini farkettim. Eğer Kafka’yı tanısaydım, yazmaya çok daha önce başlardım. Hemen kısa öyküler yazmaya başladım. Bu öyküler hayli entelektüel düzeydeydi, çünkü o zamanlar edebiyat ve hayat arasındaki bağı bulamıştım ve yazdıklarım edebi deneyimlerimden geliyordu. Kısa öykülerim El Espectador’un edebiyat ekinde çıkıyordu ve epeyce başarılı olmuştu - çünkü belki de o zamanlar Kolombiya’da kimse entelektüel kısa öykü yazmıyordu. O zamanlar herkes şehirdışındaki hayat ve sosyal hayat hakkında bir şeyler yazıyordu. İnsanlar kısa öykülerimde Joyce etkilerinin olduğunu söylüyordu. O zamanlar James Joyce okuyor muydunuz? Hayır, hiç Joyce okumamıştım. Hemen Ulysses’e başladım. O zaman kitapçılarda bir tek İspanyolca çevirisi vardı. Bakıyorum da, Ulysses’i İngilizce orijinalinden ve kaliteli bir Fransız tercümesinde okuduktan sonra, o okuduğum İspanyolca çeviri epey kötüymüş. Yine de, gelecekteki yazı hayatım için faydalı bir şey öğrendim—iç monolog tekniğini. Sonra aynı tekniği Virginia Woolf’da da buldum, hatta bu anlamda Woolf, Joyce’dan daha bile iyiydi. Çok sonraları farkettim ki, iç monolog tekniğini ilk uygulayan kişi Lazarillo de Tormes diye anonim bir yazarmış. Önceden etkilendiğiniz kişilerin bir kısmını söyleyebilir misiniz? Kısa öyküde olan entelektüel tavrımdan gerçekten kurtulmamda yardımcı olan insanlar, Amerikan Kayıp Nesil’in yazarlarıydı. Anladım ki edebiyatın hayat benim kısa öykülerimde olmayan bir ilişkisi vardı. Sonra da bu tavırla alakalı çok önemli bir olay oldu. Bu Bogotazo idi, 1948 Nisan’ında, politik bir lider olan Gaitan vurulmuştu ve insanlar sokakta çıldırmışlardı. Tam da odamda öğle yemeğimi yiyecekken haberleri duydum. Olay yerine koştum fakat Gaitan çoktan bir taksiye bindirilmiş ve hastaneye yetiştiriliyordu. Odama dönerken, insanların sokakları kaplamış, gösteri yapıyorlar, dükkânları yağmalayıp binaları yakıyorlardı. Onlara katıldım. O günün öğlesi ve akşamında nasıl bir ülkede yaşadığımın farkına vardım ve kısa hikâyelerimin bunlarla nasıl bağlantılı olduğunu gördüm. Karayipler’deki Barranquila’ya, çocukluğumun geçtiği yere dönmek zorunda kalınca, nasıl bir hayat yaşadığımı, nasıl bir hayat bildiğimi ve nasıl bir hayat hakkında yazmak istediğimi anladım. 1950 civarında, edebi hissiyatımı etkileyen başka bir olay oldu. Annem, kendisini Aracataca’ya, doğduğum yere götürmemi ve ilk yıllarımın geçtiği evi satmayı istedi. Oraya gittiğimde biraz şoktaydım çünkü o zaman 22 yaşındayım ve sekiz yaşımdan beri orada bulunmamıştım. Pek bir şey değişmemiş gibiydi fakat köye bakıyor gibi değil de sanki köyü okuyormuş gibiydim. Gördüğüm her şey sanki önceden yazılmış gibiydi ve tek yapmam gereken ise orada oturup okuduğumu kopyalamaktı. Nereden bakılırsa bakılsın, her şey edebiyata evrilmişti: evler, insanlar ve hatıralar. Faulkner’ı okuyup okumadığımdan tam emin değilim fakat şu an gördüm ki sadece Faulkner’ınki gibi bir teknik ancak gördüğümü okumamı sağlar. O atmosfer, o yozlaşmışlık, köyde hissetiğim o sıcak, Faulkner’da hissettiğim ile aynıydı. Güneydoğu ABD yazarlarında bulduğum havanın aynısını veren meyve şirketlerinden gelen bir sürü Amerikalı tarafından doldurulan bir muz-ekimi bölgesiydi. Eleştirmenler Faulkner’ın edebi etkisi hakkında konuşmuşlardı fakat bence bu bir tesadüftü. Faulkner’ın bulduğu malzemeyi kullandığı şekilde ben de aynı malzemeyi buldum. Köye o yolculuktan sonra ilk romanım olan Yaprak Fırtınası’nı yazmaya karar verdim. Başıma Aracataca yolculuğundan gelen şey, çocukluğumda olup biten her şeyin ancak şu an anladığım edebi bir değeri vardı. Yaprak Fırtınası’nı yazdığım o andan itibaren, bir yazar olmak istediğim anladım ve hiçbir şey beni dünyadaki en iyi yazar olmaktan alıkoyamazdı. Bu, 1953’teydi fakat 1967’ye kadar yazdığım sekiz kitabın beşinin telif parasını alamadım. Sizce genç yazarlar arasında sizin de ilk başta yaptığınız gibi kendi çocukluğunun değerini reddedip entelektüelleşmek yaygın mıdır? Hayır, bu süreç tam tersine işler. Genç bir yazara tavsiye verecek olsaydım kendisine olan bir olay hakkında yazmasını söylerdim; Yaşanılan bir yazmak ile okunup görülen bir şeyi yazmanın ayrımı her zaman kolaydır. Pablo Neruda’nın şiirinde geçen bir cümlede şu söylenir: “Şarkı söylerken icat çıkartma bana Tanrım.” İşim hakkında en büyük takdir aldığım şeyin hayal gücüm olması hep bana şaşırtmıştır, ki gerçeklik ögesi içermeyen tek bir cümle de yazmadım. Buradaki sorun, Karayipler gerçeği en vahşi hayal gücüdür. Bu noktada kime işaret ediyordunuz? Kitleniz kimdi? Yaprak Fırtınası bana yardım eden ve bana kitaplarını ödünç veren ve işim hakkında çok ilgili olan arkadaşlarıma yazılmıştır. Genelde biri için yazdığımızı düşünüyorum. Ben yazarken hep bu arkadaşın bunu seveceğini veya başka bir arkadaşın bir paragraf veya bölümü seveceğini düşünürüm. Sonunda ise, tüm kitaplar arkadaşlarınız içi yazılmıştır. Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazdıktan sonraki sorun ise, kaç milyon kişiye yazdığımı bilmiyor oluşumdu: bu da beni rahatsız etmişti. Sanki milyon tane göz sana bakıyor da sen onların ne hissettiğini bilmiyormuşsun. Peki ya kurgunuzdaki gazetecilik etkisi? Bence bu etki karşılıklı. Kurgu benim gazeteciliğimi geliştirdi çünkü edebi bir değer yükledi. Gazetecilik kurgumu geliştirdi çünkü beni gerçeklikle yakın bir ilişki içinde tuttu. Yaprak Fırtınası’ndan sonra ve Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmadan önce nasıl bir tarz arayışına girdiniz? Yaprak Fırtınası’nı yazdıktan sonra, köyüm ve çocukluğum hakkında yazmanın aslında ülkenin gerçekliğinden bir nevi kaçış olduğuna karar verdim. Olup biten siyasi şeylerle karşılaşmak yerine bu garip nostalji duygusuna girmek gibi yanlış bir kanıya kapıldım. O vakitlerde de edebiyat ve politika arasında ilişki de çok fazla konuşuluyordu. İkisinin arasındaki boşluğu kapamaya çalıştım. Eskiden Faulkner’dan etkilenirdim, şimdi Hemingway oldu. Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, Şer Saati, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni gibi az çok aynı vakitte yazılan ve çok ortak yönü olan kitapları yazdım. Bu hikayeler, Yaprak Fırtınası ve Yüzyıllık Yalnızlık’takinden farklı bir köyde geçiyor. Bu köyde büyü yok. Bu gazetecilik yolculuğudur. Fakat Şer Saati’ni bitirdiğimde, bütün fikir ve görüşlerimin yanlış olduğunu anladım. Çocukluğum hakkında yazdıklarımın aslında düşündüğümden daha da siyasi olduğunu gördüm. Şer Saati’nden sonra beş yıl boyunca bir şey yazmadım. Her zaman yapmak istediğim şeyi bilirdim fakat bir şey eksikti ve doğru tonu yakalayana kadar – Yüzyıllık Yalnızlık’ta kullandığım ton – ne olduğunu anlamadım. Büyükannemin hikayelerinde kullandığı tondu. Doğaüstü ve fantastik şeyler anlatırdı fakat tamamen doğal şekilde anlatırdı. Hangi tonu kullanmam gerektiğini anladığımda ise, onsekiz ay boyunca oturdum ve her gün çalıştım. “Fantastik” kelimesini nasıl bu kadar doğal açıkladı? En önemlisi, onun suratındaki ifadeydi. Hikâyeleri anlatırken ifadesini hiç değiştirmedi ve herkes çok şaşırmıştı. Yüzyıllık Yalnızlık’ı daha önceki yazma çabalarımda, hikâyeye inanmadan yazmaya çalıştım. Yapmam gereken şeyin kendime inanmak olduğunu ve büyükannemin onlara dediği surat ifadesiyle: asık bir suratla yazmam gerektiğini keşfettim. Bu tekniğin ya da tonun gazeteci bir niteliği var gibi. Kendi gerçekliğini ortaya koyan görünürde fantastik olayları anlatıyorsunuz. Bu size gazetecilikten gelen bir şey mi? Bu ayrıca edebiyata da uygulayabileceğiniz bir gazetecilik numarası. Örneğin, eğer fillerin gökte uçtuğunu söylerseniz, insanlar size inanmayacaklar. Fakat dörtyüz yirmibeş filin gökte uçtuğunu söylersiniz, insanlar size muhtemelen inanırlar. Yüzyıllık Yalnızlık da bununla dolu bir şey. Bu tam da büyükannemin kullanmış olduğu bir teknik. Özellikle sarı kelebeklerle sarılan karakterin hikayesini hatırlıyorum. Ben çok küçükken, evimize gelen elektrikçi vardı. Çok ilgimi çekti çünkü kendisini elektrik direklerinden koruyan bir kemeri takıyordu. Büyükannem ne zaman bu adamın eve geldiğini söylese, evden ağzına kadar kelebeklerle dolu ayrıldığını da eklerdi. Fakat bunu yazarken, eğer kelebeklerin sarı olduğunu söylemeseydim, insanlar buna inanmayacaklardı. Güzel Remedios’un cennete gittiği bölümü yazarken, bu kısmı güvenilir kılmam bayağı uzun bir süremi aldı. Günün birinde bahçeye çıktım ve yıkama yapmak için eve gelen kadını gördüm ve kuruması için çarşafları asıyordu ki çok fazla rüzgar vardı. Kadın çarşafları uçurup götürmemesi için rüzgar ile tartışıyordu. Anladım ki eğer çarşafları Güzel Remedios için kullansaydım, Remedios göğe yükselirdi. Ben de işte böyle yaptım, güvenilir olsun diye. Her yazarın sorunu güvenilirliktir. Herkes, güvenilir olduğu sürece, bir şeyler yazabilir. Yüzyıllık Yalnızlık’taki uykusuzluk vebasının aslı nedir? Oedipus’tan itibaren edebi dönemdeki veba vakalarıyla ilgilendim. Özellikle Orta Çağ vebası üzerine bayağı araştırma yaptım. En sevidiğim kitaplardan birisi de Daniel Defoe’nun “Veba Yılı Günlüğü”dür. Bunun bir diğer nedeni de Defoe’nun her dediği salt fantazi gibi duran bir gazeteci olması. Uzun yıllar boyunca Defoe’nun Londra’ki vebayı bizzat gözlemleyerek yazdığını zannediyordum. Ancak sonradan bunun yalnızca bir roman olduğunu ve Defoe’nun Londra’daki veba zamanında 7 yaşından bile küçük olduğunu öğrendim. Veba benim kitaplarımda -birçok farklı şekilde- sürekli tekrar eden bir konu oldu. Şer Saati’nde broşürler vebalıydı. Yıllarca Kolombiya’daki politik şiddetin vebayla aynı metafiziğe sahip olduğunu düşündüm. Yüzyıllık Yalnızlık öncesinde vebayı “Cumartesiden Bir Gün Sonra’’ adlı öykümdeki bütün kuşları öldürmek için kullandım. Yüzyıllık Yalnızlık’ta uykusuzluğu aynı veba gibi edebi bir numara olarak kullandım. Bir bakıma uyuyan vebanın aksi oldu bu. En nihayetinde edebiyatı marangozluk gibi bir şey. Bu benzetmeyi biraz daha açar mısınız? Her ikisi de çok sıkı bir çalışmayı gerektiriyor. Bir şey yazmak en az bir masa yapmak kadar zahmetli bir uğraş. Her ikisinde de gerçek materyel ile çalışman gerekiyor, tıpkı ahşap gibi. Ayrıca her ikisinin de birçok taktiği ve tekniği var. Temel olarak azıcık sihir ve sıkı çalışma gerekiyor. Ve Proust gibi, ben de, yazmak için yüzde 10 ilham yüzde 90 terleme gerektiğini düşünenlerdenim. Şimdiye kadar hiç marangozluk yapmadım, ama en çok saygı duyduğum işlerden birisi o. Özellikle de sizin için bunu yapacak kimseyi bulamadığınız zamanlarda. Peki Yüzyıllık Yalnızlık’taki muz bölümü nereden geliyor? Bunun United Fruit Company ile alakası nedir tam olarak? Bu muz bölümü kaynağını gerçek hayattan alıyor. Elbette, tarihte kanıtı olmayan şeyler için de edebi teknikler kullandım. Diyelim, meydandan gerçekleşen katliam tamamen doğru olmakla beraber, olayı görgü tanıklarının ifadeleri ve belgelerden faydalanarak yazdım. Ama kaç kişinin öldüğü tam olarak hiçbir zaman bilinemedi. Ben 3bin dedim, ama bu elbette biraz abartıydı. Küçükken içi muz ağaçlarıyla dolu bir ormandan geçen uzun ama çok uzun bir tren hatırlıyorum. Belki de 3bin ölü vardı içinde, belki hepsini denize dökmüşlerdi. Beni asıl şaşırtan şey şimdilerde kongrede ve gazetelerde 3bin ölüden bahsetmeleri. Sanırım tarihimizin yarısı bu şekilde yazılıyor işte. Başkan Babamızın Sonbaharı’nda diktatör diyor ki: Şimdi doğru olup olması pek önemli değil, çünkü yakın bir gelecekte zaten doğru olacak. Eninde sonunda insanlar hükümetlerden ziyade yazarlara inanacak. Bu yazara epey bir güç veriyor değil mi? Evet ve bunu ben de hissediyorum. Bu yanında büyük bir sorumluluğu da getiriyor. Benim gerçekten yapmak istediğim şey bir çeşit doğru ve gerçek gazetecilik ama bunun kulağa en az Yüzyıllık Yalnızlık kadar fantastik gelmesi gerekiyor. Ne kadar yaşayıp eskileri yad edersem, o kadar edebiyat ve gazeteciliğin birbiriyle o kadar ilişkili olduğunu düşünüyorum. Peki Başkan Babamızın Sonbaharı bir ülkenin dış borçlarına karşılık olarak denizinden vazgeçmesine ne demeli? Evet, aslında bu gerçekten oldu. Aslında birçok kez yaşandı ve yaşanmaya devam edecek. Başkan Babamızın Sonbaharı tamamen tarihi bir kitap. Gerçek olaylar dışındaki ihtimalleri bulmak gazeteci ve yazarın ve hatta peygamberlerin işi. Buradaki sorun birçok insanın beni, gayet gerçekçi birisi olmama ve doğru sosyalist realizm olduğuna inandığım halde, fantastik kurgu yazarı olarak düşünmesinden kaynaklanıyor. Bu ütopik mi? Ütopik kelimesinin gerçek mi yoksa ideal mi anlamına geldiğini bilmiyorum. Ama sanırım gerçek olacak. Başkan Babamızın Sonbaharı’ndaki karakterler, örneğin diktatörler gerçek insanlardan esinlenerek mi yaratıldı? Franco, Perón ve Trujillo ile benzerlik gösteriyorlar. Her romanda, karakter bir kolajdır: bildiğin, duyduğun ya da hakkında bir şeyler okuduğun farklı karakterlerin kolajı. Ben son yüzyılın ve bu yüzyılın başlarındaki Latin Amerikalı dikatörler hakkında ne bulursam okurum. Ayrıca diktatörlük altında yaşayan bir sürü insanla da konuştum. Bunu en az on yıl boyunca yaptım. Bir karakterin nasıl olması gerektiği hakkında sağlıklı bir fikre sahip olduğum zaman, okuduğum ve duyduğum her şeyi unutmak için çabaladım; ki gerçek hayatta yaşanmış bir olayı kullanmadan yeni bir şey ortaya çıkarayım. Bir noktada farkettim ki ben diktatörlük altında bir süre de olsa hiç yaşamamışım. Düşündüm ki, kitabı İspanya’da yazarsam yerleşik bir diktatörlükte yaşamak nasıldır anlayabilirim. Fakat anladım ki Franco diktatörlüğündeki İspanya’nın durumu Karayipler diktatörlüğündekinden çok daha farklı. Bu nedenle kitap bir seneliğine aksadı. Ne olduğundan emin olmadığım eksik bir şey vardı. Bir gece yapılacak en iyi şeyin Karayipler’e geri dönmek olduğuna karar verdim. Hep birlikte Barranquilla, Kolombiya ‘ya geri döndük. Gazetecilere onların şaka sandığı bir açıklama yapmıştım. Onlara geri dönüyorum çünkü guava (Güney Amerika’da yetişen meyveli bir bitki) nın kokusunu özledim dedim. Doğruyu söylemeliyim ki, bu kitabımı bitirmem için ihtiyacım olan tek şeydi. Karayipler boyunca seyahat etmiştim. Bir adadan ötekine giderken romanımda eksik olan unsurları keşfettim. Siz sıklıkla güçle birlikte gelen yalnzılık temasını kullanıyorsunuz... Ne kadar güçlü olursan, sana kimin yalan söylediğini kimin söylemediğini bilmen de bir o kadar zorlaşır. Mutlak güce hakim olduğunda, gerçekle bağlantın kopar ve bu da başına gelebilecek en kötü yalnızlık biçimidir. Çok güçlü bir kişi, bir diktator, nihai amacı onu gerçeklikten koparmak olan insanlar ve menfaatlerle çevrilidir. Her şey onu izole etmek için birbiriyle yarış eder. Peki yazarın yalnızlığı? O farklı bir şey midir? Gücün getirdiği yalnızlıkla çok alakalı. Yazarın gerçekliği tasvir etme çabası sıklıkla onu gerçekliğin çarpık bir tablosuna götürür. Gerçekliği tersine çevirmeye çalışırken onun la bağlantısını hepten koparabilir. Nasıl derler, fil dişi kulede yaşayarak. Gazetecilik buna karşı iyi bir koruyucuydu. İşte bu yüzden de gazetecilikle bağlarımı koparmadım. Çünkü gerçek dünya ile bağlantımı sağlıyordu; özellikle siyaset haberciliği ve politika. Beni Yüzyıllık Yalnızlık’tan sonra tehdit eden yalnızlık türü yazar yalnızlığı değil şöhretin getirdiği yalnızlıktı; ki bu gücün getirdiği yalnızlığa daha çok benzer. Arkadaşlarım beni o tür bir yalnızlıktan korudu; daima yanımda olan dostlarım. Nasıl? Zira hayatım boyunca hep aynı insanlarla arkadaşlık kurdum. Yani demek istediğim eski arkadaşlarımla bağlarımı koparmadım ve onlar ayaklarımın yere basmasını sağladılar. Onların da ayakları yere basıyordu çünkü şöhretli kimseler değillerdi. Yazıya nasıl giriş yapıyorsunuz? Başkan Babamızın Sonbaharı’nda tekrarlanan imgelerden biri de saraydaki ineklerdi. Bu önceden karar verilen imgelerden biri midir? Size bendeki bir fotoğrafçılık kitabını göstereceğim. Çeşitli münasebetlerde, kitaplarımın tümünün başlangıç noktasında daima bir imge olduğunu anlatmıştım. Başkan Babamızın Sonbaharı’ndaki ilk imgem çok lüks bir saraydaki çok yaşlı bir adamdı ve inekler gelip onun perdelerini yiyordu. Fakat fotoğrafı bir bütün olarak görene kadar o imge kesinleşmedi. Roma’da bir kitapçıya uğradım ve biriktirmekten hoşlandığım fotoğrafçılık kitaplarına bakmaya başladım. Bu fotoğrafı gördüm ve tam anlamıyla mükemmeldi. Böylelikle o imgeyi nasıl devam ettireceğimi anladım. Koca bir entellektüel olmadığımdan öncüllerimi hayattaki her şeyden edinirim, büyük baş yapıtlardan değil. Romanlarınızda beklenmedik dönemeçler yer almaz mı hiç? Başlangıçta başıma çok geliyordu bu. Yazdığım ilk öykülerde gidişat hakkında genel bir fikre sahiptim fakat kitabın gidişatında tesadüflerin içinde kayboluyordum. İşin başlarında aldığım ilk öğüt şuydu: Gençken olduğu gibi çalışmak iyidir, çünkü ilham taşkın bir sel gibi akar. Fakat bana anlatılan o ki, tekniği öğrenmez isem, daha sonraları ilham kaybolduğunda zorlanabilirim. Zira bunu telafi edebilecek şey tekniktir. Bunu o zamana kadar öğrenemezsem, önden yapının bir taslağını çizmekte muktedir olamazdım. Yapı tamamen teknik bir problemdir ve bunu erkenden öğrenmezsen daha sonra asla öğrenemezsin. Öyleyse disiplin sizin için oldukça önemli diyebilir miyiz? Fevkalade bir disiplin olmaksızın okunmaya değer bir kitap yazılacağını zannetmiyorum. Suni uyarıcılarla ilgili ne düşünüyorsunuz? Hemingway yazmanın onun için boks gibi olduğunu söyler, bu beni ziyadesiyle etkileyen bir cümledir. O sağlığına dikkat eden ve iyi bir durumda olmaya çalışan bir insandı. Faulkner’ınsa alkolikliği vardı ancak verdiği her röportajda sarhoşken tek bir cümle yazmanın imkansızlığından bahsederdi. Hemingway de bu konuyla ilgili aynı şeyi söyledi. Kötü okuyucular bana yazılarımın bir kısmını yazarken uyuşturucu kullanıp kullanmadığımı sordular, ki bu, onların edebiyat ve uyuşturucular hakkında hiçbir şey bilmediğini gösteriyor. İyi bir yazar olmak için yazdığınız tüm süre boyunca sağlığınızın düzgün ve kafanızın berrak olması gerekiyor. Yazmanın bir fedakarlık olduğuyla ilgili romantik bakış açısına, ekonominiz ve ruh haliniz kötüleştikçe yazılarınız güzelleşir inanışlarına fazlasıyla karşıyım. Bana göre yazabilmek için gerçekten çok iyi bir ruh halinde ve fiziksel durumda olmanız gerekiyor. Edebi yaratıcılık iyi bir sağlık durumu gerektirir, Kayıp Nesil bu dediğimi çok iyi anlayacaktır, çünkü onlar hayata aşık insanlar. Blaise Cendrars yazmanın diğer işlerle karşılaştırıldığında bir ayrıcalık olduğunu ve yazarların ızdıraplarını abarttıklarını söyledi. Siz bu konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Bence yazmak gerçekten çok zor bir şey, ancak ben üzerinde dikkatle durulan her iş için aynı şeyi düşünüyorum. Ayrıcalık olan, yaptığınız işi kendinizi tatmin etmek için yapıyor olmanız. Kendimden ve etraftakilerden beklediğim çok fazla şey var, çünkü hatalara katlanamıyorum, bu yüzden herhangi bir şeyi mükemmel derecede yapmak bir ayrıcalıktır. Doğru olan, yazarların çoğunun megolomanyak, kendini dünyanın merkezi ve toplumun vicdanı sanan insanlar olduğudur. Yapılan herhangi bir şey çok güzel olduğunda hayranlık duyuyorum. Mesela her yolculuğumda, bindiğim uçaklardaki pilotların benim yazarlığımdan daha iyi pilotlar olmaları beni çok mutlu ediyor. Son dönemde en rahat çalıştığınız zamanlar hangileri? Bir çalışma programınız var mı? Profesyonel bir yazar haline geldiğimde en büyük problemim programımdı. Gazeteci olmak gece çalışmayı gerektirir. 40 yaşında tam zamanlı yazmaya başladığımda, programım sabah 9’dan öğleden sonra oğullarım okuldan geldiği saate, yani 2’ye kadardı. Sıkı çalışmaya çok alışık olduğumdan, sadece sabahları çalıştığım için kendimi suçlu hissettim ve öğleden sonraları da çalışmaya çalıştım, ama fark ettim ki öğleden sonra yaptığım her ne varsa onları bir sonraki sabah sil baştan yapıyordum. Ben de yalnızca 9’dan 2.30’a kadar çalışıp, başka hiçbir şey yapmamaya karar verdim. Öğleden sonraları genelde yalnızca randevularım, röportajlarım ve son dakika çıkan herhangi bir şey oluyor. Yaşadığım bir diğer sorun ise yalnızca tanıdık ve daha önce yazdığım yerlerde çalışabiliyor olmam. Otellerde, ödünç odalarda ya da ödünç daktilolarda yazamıyorum. Bu çok büyük bir sorun oluşturuyor çünkü yolculuk yaparken çalışamıyorum. Tabii ki insan daha az çalışmak için kendine sürekli bahaneler uydurur, bu yüzden de kendi kendimize yarattığımız koşullar her seferinde daha da zorlaşır. Şartlar her ne olursa olsun ilhamın geleceğini beklemenin, romantiklerin fazlasıyla sömürdüğü bir cümle olduğunu düşünüyorum. Marksist yoldaşlarım bunu kabul etmekte çok zorlandılar, ama siz ne söylerseniz söyleyin, ben rahatça yazabilmek ve kelimelerin akıp gidebilmesi için özel bir ruh hali olduğuna inanıyorum. Bahanelerinizin hepsi, mesela yalnızca evde yazabiliyor olmak gibi, bu düşünceyle birlikte yok oluyor. O an ve o ruh hali doğru temayı bulduğunuzda ve ona nasıl davranmanız gerektiğini bildiğinizde geliyor ve bu çok sevdiğiniz bir şey haline dönüşüyor, zaten dünyada sevmediğin bir şeyi yapmaktan daha kötü bir iş olamaz. En zorlandığım şeylerden biri ilk paragraf. Yalnızca ilk paragraf için aylarımı harcadığımı bilirim, ama bir kere tutturdum mu gerisi akar gider. Kitapla ilgili çoğu problemi ilk paragrafta çözersiniz, tema, stil, ton o paragrafta belirlenir. En azından benim için, ilk paragraf kitabın geri kalanının nasıl olacağının bir örneğidir. Bu yüzden kısa hikayelerden oluşan bir kitap yazmanın bir roman yazmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum, her kısa hikaye yazmaya başladığınızda her şeye en baştan başlamış oluyorsunuz. İlham kaynağı olarak rüyalar önemli mi? En başta onlara çok fazla önem verdim, ancak daha sonra fark ettim ki hayatın kendisi en yüce ilham kaynağı ve rüyalar bunun yalnızca küçücük bir parçası. Benim yazılarımla ilgili doğru olan şeylerden biri, rüyaların ve yorumlarının farklı konseptlerine fazlasıyla ilgili olduğumdur. Rüyaları hayatın genelinin bir parçası olarak görüyorum, ancak gerçeklik çok daha zengin. Belki de benim çok zayıf rüyalarım var. İlhamla sezgiyi ayırt edebiliyor musunuz? İlham, gerçekten çok sevdiğiniz ve işinizi kolaylaştıran doğru temayı bulmak demektir. Sezgi ise neyin gerçek olduğunu herhangi bilimsel bir bilgiye dayanmadan, ya da özel çeşit bir eğitimden geçmeden deşifre edebilmenize yardımcı olan, yazmak için gerekli esaslardan biridir. Yerçekimi yasası başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadan çok rahat anlaşılabilir. Bu bir nevi çabalamadan bir deneyim yaşamaktır. Bir yazar için sezgi esastır. Sezgi, entelektüelliğin, dünyada en iğrendiğim şeylerden biri, tam zıttında durur, sanki gerçek dünya bir sabitlik teorisine dönüşmüş gibi. Sezginiz ya vardır, ya da yoktur, avantajı budur. Olmayacak bir şey için çabalamaya devam etmezsiniz. Sevmediğiniz teorisyenler bunlar mı? Kesinlikle, genellikle onları anlamadığım için oluyor bu. Bu, çoğu şeyi anekdotlarla anlatmamın sebebi, çünkü soyutlama yapabilecek kapasitem yok. Bu yüzden birçok eleştirmen benim kültürsüz bir insan olduğumu düşünüyor. Yeteri kadar alıntı yapmıyorum. Eleştirmenlerin sizi belirli bir tipe ya da kategoriye düzenli bir şekilde soktuğunu düşünüyor musunuz? Bana göre kritikler entelektüelitenin ne olduğunun en büyük örneği. Her şeyden önce, onların bir yazarın nasıl olması gerektiğiyle ilgili bir teorileri var. Yazarı kendi kurguladıkları modelin içine sokmaya çalışıyorlar, eğer oraya uymuyorsa, bu sefer de zorla sokuyorlar. Bunu yalnızca siz bana sorduğunuz için cevaplıyorum, yoksa hiçbir eleştirmenin benimle ilgili ne düşündüğüyle ilgilenmiyorum, zaten yıllardır hiçbirini okumadım. Yazar ve okuyucu arasında arabulucu gibi bir iddiadalar. Ben her zaman okuyucuya doğrudan ulaşmaya çalışan, fazlasıyla açık ve titiz bir yazar oldum. Çevirmenlere nasıl bakıyorsunuz? Dipnot kullanan çevirmenler dışındaki tüm çevirmenlere büyük bir hayranlığım var. Onlar okuyucuya sürekli yazarın muhtemelen öyle demek istemediği bir şeyi açıklamaya çalışıyorlar ve okuyucu da buna katlanmak zorunda kalıyor. Çeviri çok zor ve çok az para ödenen bir iş. İyi bir çeviri, bir başka dildeki yeniden yaratımdır. İşte bu yüzden, Gregory Rabassa’ya muazzam bir hayranlığım var. Kitaplarım 21 farklı dile çevrildi ve Rabassa bana hiçbir zaman kitabımdaki herhangi bir şeyi açıklamam için soru sorup dipnot koymadı. Yaptığım işlerin İngilizce’de yeniden yaratıldığını düşünüyorum. Kitabın, abartmadan söylüyorum, takip edilmesi gerçekten zor kısımları var. Çevirmenin kitabı okuyup kendi birikimlerinden tekrar yazdığı izlenimi oluşuyor. İşte bu yüzden, çevirmenlere muazzam bir hayranlığım var. Onlar entelektüelden çok sezgisel insanlar. Yayıncıların onlara zavallı ücretler ödenmesi bir yana, yaptıkları işi bir yaratım olarak görmüyorlar. İspanyolca’ya çevirmek istediğim birkaç kitap var, ancak bu benim kendi kitaplarımı yaratım sürecim kadar vaktimi alır ve çeviriden yemek yemeye yetecek kadar para bile kazanamam. Çeviri yapacak olsanız kimleri çevirmek isterdiniz? Malraux’nun tüm yapıtları. Conrad ve Saint-Exupery de çevirmek isterdim. Bazen bir kitabı okurken içimden bu kitabı çevirmek isterdim diye geçiriyorum. Tabii buna klasik yapıtlar dâhil değil, onları orijinal dillerinde anlamaya çalışmak yerine ortalama seviyede bir çeviriyle okumayı tercih ederim. Başka bir dilde okurken kendimi rahat hissedemiyorum çünkü içimde gerçekten hissedebildiğim tek dil İspanyolca. Ama İtalyanca ve Fransızca konuşabiliyorum, İngilizce’yi yirmi yıldır kendimi Time dergisiyle zehirleyecek kadar iyi biliyorum. Meksika size ev gibi geliyor mu artık? Kendinizi daha büyük bir yazar topluluğu içinde hissediyor musunuz? Genel olarak, yazar veya sanatçılarla arkadaş değilim çünkü onlar yazar veya sanatçılar. Benim bir sürü farklı meslekten arkadaşlarım var, içlerinde yazarlar ve sanatçılar da var. Kendimi Latin Amerika içinde herhangi bir ülkenin yerlisi gibi hissedebiliyorum, ama başka hiçbir yerle ilgili böyle bir duygum yok. Latin Amerikalılar, İspanya’nın onlara düzgün davranılan tek ülke olduğunu düşünürler, ama ben kendimi oralı hissetmiyorum. Latin Amerika’da sınırlar yokmuş gibi düşünüyorum. Ülkeler arası değişkenlik gösteren şeylerin farkındayım ama kalbimde ve zihnimde hepimiz aynıyız. Hangisi olduğu fark etmiyor, Karayipler Adaları’nda kendimi evimde hissediyorum. Barranquilla’da uçaktan indiğimde mavi elbiseli siyahi bir kadının pasaportumu damgalamasından, Jamaica’da uçaktan indiğimde mavi elbiseli siyah bir kadının İngilizce konuşarak pasaportumu damgalamasından her zaman etkilenmişimdir. Dilin çok ciddi bir farklılık yarattığına inanmıyorum, ama dünyanın başka her neresinde olursam olayım kendimi yabancı hissediyorum, güvenlik hissimi elimden alan bir durum bu. Kişisel bir his bu, ama yolculuk yaparken sürekli benimle. Bende azınlık vicdanı var. Latin Amerikalı yazarların bir süre Avrupa’da yaşamasının önemli olduğunu düşünüyor musunuz? Dışarıdan gerçek bir bakış açısı edinmek için belki. Yazmayı düşündüğüm kısa hikaye kitabı Avrupa’ya giden Latin Amerikalılar hakkında. 20 yıldır bu kitapla ilgili düşünüyorum. Bu kısa hikayelerden bir sonuç çıkaracak olursak, Latin Amerikalılar Avrupa’ya çok az varıyorlar, özellikle de Meksikalılar kesinlikle kalmak için gitmiyorlar. Avrupa’da tanıştığım tüm Meksikalılar bir sonraki Çarşamba günü ülkelerine geri dönen insanlardı. Küba Devriminin Latin Amerika edebiyatına etkilerinden bahsedebilir misiniz? Bence şimdiye kadarki tüm etkiler olumsuz. Kendini siyasete adamış tüm yazarlar, gerçekten yazmak istediklerini değil, yazmak zorunda hissettiklerini yazıyorlar. Bu da ortaya deneyim veya sezgilerle alakası olmayan hesaplanmış bir edebiyat çıkarıyor. Bunun en temel sebebi Küba ve Latin Amerika üzerinde yapılmak istenen kültürel etkiye karşı çok fazla savaşılmış olması. Küba’nın kendisinde maalesef bu süreç daha yeni bir çeşit edebiyatın veya sanatın yaratılma noktasına gelmedi. Ancak bunun gerçekleşmesi tabii ki zaman istiyor. Küba’nın Latin Amerika için kültürel önemi, yıllardır Latin Amerika’da yaşayan bir edebiyat çeşidini aktarmış bir köprü haline gelmiş olması. Bir başka deyişle, Amerika’daki Latin Amerika edebiyatının patlama sebebi Küba Devrimidir. O jenerasyonun tüm Latin Amerikalı yazarları 20 yıldır zaten yazıyorlardı, ancak ne Avrupalı ne de Amerikalı yayıncıların onlara karşı bir ilgisi yoktu. Ne zaman ki Küba Devrimi başladı, Küba ve Latin Amerika’ya olan ilgi birden arttı. Devrim bir makale tüketimi haline geldi. Latin Amerika moda oldu. Çevrilebilecek ve dünya edebiyatı içinde sayılabilecek Latin Amerika romanlarının da var olduğu keşfedildi. Kültürel kolonileşmenin en üzücü yanlarından biri Latin Amerikalıların kendi kitaplarına dışarıdan biri iyi demedikçe kitaplarının iyi olmadıklarına inanışlarıydı. Özellikle hayranlık duyduğunuz daha az bilinen bir Latin Amerika yazarı var mı? Şu anda olduğunu zannetmiyorum. Latin Amerika yazı dünyası patlamasının en iyi yanlarından biri, tüm yayıncıların yeni Cortazar’ı kaçırmamak için sürekli tetikte olmaları. Ne yazık ki genç yazarların çoğunun endişesi yazmaktan çok ünlü olmak. Toulouse Üniversitesi’nde Latin Amerika edebiyatıyla ilgili yazan bir Fransız profesör var, çoğu genç yazar ona benimle ilgili daha fazla yazmamasını, benim buna daha fazla ihtiyacım olmadığını ama başka insanların ihtiyacı olduğunu yazmış. Unuttukları nokta ise şu, ben onların yaşındayken eleştirmenler benim hakkımda değil Miguel Angel Asturias hakkında yazıyordu. Varmak istediğim nokta, bu genç yazarların zamanlarını eleştirmenlere yazarak değil kendi yazıları üzerine çalışarak geçirmeleri gerektiği. Yazmak, hakkında bir şeyler yazılmasından çok daha önemli. Benim için çok önemli olan noktalardan bir diğeri de 40 yaşına kadarki yazarlık kariyerim boyunca 5 kitabım çıkmış olmasına rağmen telif haklarından tek bir kuruş bile almamış olmam. Başarı ve ünün bir yazara çok erken yaşta gelmesinin kötü olduğunu düşünüyor musunuz? Bu bütün yaşlar için kötü bir durum. Kitaplarım ben öldükten sonra tanınsaydı eğer bu beni daha mutlu ederdi, en azından kapitalist ülkelerde ölümümden sonra tanınsaydım bir ticaret aracı haline gelmemiş olurlardı. En sevdikleriniz dışında, bugün ne okudunuz? Ben hep en garip şeyleri okudum. Geçen gün Muhammed Ali’nın hatıralarını okuyordum. Bram Stoker’ın Dracula’sı gerçekten çok iyi bir kitap, eğer yıllar önce olsaydı o kitabı muhtemelen zaman kaybı olarak görüp okumazdım. Güvendiğim biri tavsiye etmedikçe genellikle kitaplarımı kendim seçmiyorum. Artık roman okumuyorum. Birçok anı ve dosya okuyorum, sahte de olsalar ve en sevdiğim kitapları tekrar tekrar okuyorum. Bir kitabı tekrar okumanın avantajı insanın istediği herhangi bir sayfayı açıp çok sevdiği bir kısmı okuyabiliyor olması. Sadece edebiyat okumakla ilgili kutsal fikrimi kaybettim. Her şeyi okurum. Güncel kitapları da takip etmeye çalışıyorum. Her hafta tüm dünyadan gerçekten önemli dergilerin neredeyse tamamını okuyorum. Teletip makinesi okuma alışkanlığı çıktığından beri haberleri takip etmeye çalışıyorum. Ne zaman tüm dünyadan haberler içeren bütün ciddi ve önemli gazeteleri okusam karım yanıma gelip, bana hiç duymadığım haberlerden bahseder. Ona bunları nerede okuduğunu sorduğumdaysa, güzellik salonundaki bir dergiden olduğunu söyler ve ben yalnızca o dergileri okuyarak öğrenilebilecek bir sürü şey öğrenirim. Tüm bunlar beni yeteri kadar meşgul ediyor. Neden ünlü olmak yazarlar için bu kadar tahrip edici? Öncelikle, ünlü olmak insanın özel hayatını ele geçirdiği için. Seni arkadaşlarınla geçirebileceğin ve çalışabileceğin vakitten çalan bir şey bu. İnsanı gerçek dünyadan soyutlayan bir şey. Yazmaya devam etmek isteyen ünlü bir yazarın kendisini daima üne karşı koruması gerekiyor. Bunu söylemeyi çok sevmiyorum çünkü kulağa hiçbir zaman içten gelmiyor, ancak ben gerçekten kitaplarımın ölümümden sonra yayınlanmış olmasını isterdim, o zaman bütün bu ünlülük işinden kurtulmuş ve harika bir yazar olma sürecinden geçmemiş olurdum. Benim durumum için ünlü olmanın tek avantajı bunun siyaseten bir işe yarıyor olması. Bu avantaj dışında, içinde bulunduğum durum gerçekten çok rahatsızlık verici. Sorun 24 saatin tamamında ünlü olmak aslında ve “Tamam, yarından sonra daha fazla ünlü olmayacağım” diyememek, ya da bir butona basıp “Burada ve şimdi ünlü olmayacağım” diyememek. Yüzyıllık Yalnızlık kitabınızın olağanüstü başarısını tahmin etmiş miydiniz? Bu kitabın arkadaşlarımı diğer kitaplarıma nazaran daha memnun edeceğini biliyordum. İspanyol yayıncım kitaptan sekiz yüz bin adet basacağını söylediğinde şok oldum, çünkü diğer kitaplarımın hiçbiri yedi yüz bin adetten daha fazla satmamıştı. Ona yavaş başlamasını söyledim, ama o bu kitabın gerçekten iyi bir kitap olduğuna ikna olmuştu ve hepsinin Mayıs ve Aralık arasında satılacağından emindi. Kitapların hepsi 1 haftada Buenos Aires’te satıldı. Sizce neden Yüzyıllık Yalnızlık bu başarıya ulaştı? Açıkçası bununla ilgili çok açık bir cevabım yok, çünkü ben kendi yazdıklarıma çok kötü eleştiriler yaparım. Bu kitabın Latin Amerika’nın içinden yazılmış, oranın insanlarının özel yaşamı hakkında olduğu gerekçesi sık sık duyduğum açıklamalardan biri. Bu açıklama beni şaşırtıyor çünkü kitabın adını “Ev” koymayı düşünmüştüm. Bütün bir romanı tek bir evin içinde geçirmeyi, dışarıdan gelecek herhangi bir etkininse o evin içinde yarattığı etkiye göre olacağı şeklinde kurgulamıştım. Daha sonra, Ev başlığından vazgeçtim, zaten kitap bir kere Maconda kasabasına gitti mi daha da ileri gitmez. Duyduğum başka bir açıklamaysa her okuyucunun kitaptaki karakterleri istedikleri gibi kendilerinin yapabiliyor oluşuydu. Bu kitabın bir film haline gelmesini istemiyorum, çünkü izleyenler tek bir yüz görecek ve bu yüz onların hayal ettiği gibi olmayacak. Kitabı film yapmak için ilgilenen oldu mu? Evet, menajerim film tekliflerinin gelmesini önlemek için bir milyon dolarlık bir öneri sundu, ama hesaplamalara devam ettikçe bu para üç milyon dolara kadar yükseldi. Ama ben filminin yapılmasına hiç ilgi duymuyorum, bunun gerçekleşmesini engelleyebildiğim kadar engelleyeceğim. Okuyucu ve kitap arasındaki özel ilişkinin mevcut halinde kalmasını tercih ederim. Sizce kitaplar filmlere başarılı bir şekilde dönüştürülebiliyor mu? İyi bir romandan çıkan daha iyi bir film düşünemiyorum, ama aklıma bir sürü kötü romandan dönüştürülmüş güzel filmler geliyor. Siz hiç film yapmayı düşündünüz mü? Film yönetmeni olmak istediğim zamanlar oldu. Roma’da yönetmenlik okudum. Sinemanın sınırları olmayan ve her şeyin mümkün olabileceği bir sanat olduğunu düşünüyorum. Meksika’ya da film üzerinde çalışmak için geldim ama yönetmen olarak değil, senaryo yazarı olarak. Endüstriyel sanat sinema için çok büyük bir sınırlama. Sinemada gerçekten ne söylemek istediğini anlatmak çok zor. Hala düşünüyorum, ama sinema artık arkadaşlarımla yapmak istediğim, ama hiçbir kendimi ifade etme amacı gütmediğim bir lüks gibi geliyor bana. Kısacası sinemadan uzaklaştıkça uzaklaştım. Bir film şirketi mi bir günlük mü deseler, günlüğü seçerim. Şu anda üzerinde çalıştığınız Küba’yla ilgili kitabınızı nasıl anlatırdınız? Aslında bu kitap Küba evlerindeki hayatı anlatan, onların yoklukta nasıl hayatta kaldıklarından bahseden çok uzun bir gazete makalesi gibi oluyor. Son iki yılda Küba’ya yaptığım ziyaretlerin çoğunda beni en çok etkileyen şey kuşatmaların Küba’da herkesin herkesle iyi geçinmek zorunda kaldığı bir “zorunluluk kültürü” oluşturmuş olması. Bu konuda en çok ilgimi çeken, kuşatmanın nasıl insanların düşünce yapısını bu kadar değiştirdiği oldu. Dünyanın en tüketim karşıtı toplumuyla, en tüketim odaklı toplumu arasında bir çatışma var. Kitap şu an çok basit ve oldukça kısa bir gazetecilik işi olmaktan çok uzun ve karmaşık bir kitap olmaya doğru evriliyor, ama bu hiç önemli değil çünkü çoğu kitabım bu şekilde oldu. Ayrıca, bu kitap Karayip adalarındaki gerçek hayatın, en az Yüzyıllık Yalnızlık’taki hikayeler kadar fantastik olduğuna dair tarihi kanıtlar taşıyor. Bir yazar olarak, uzun vadeli tutkularınız veya pişmanlıklarınız var mı? Sanırım vereceğim cevap ünle ilgili sorduğun soruya vereceğimin aynısı. Geçen gün Nobel ödülüyle ilgilenip ilgilenmediğime dair bir soruyla karşılaştım, ancak bu benim için çok büyük bir felaket olur. Tabii ki bu ödülü hak etmiş olmayı isterim, ama bu ödülü almak korkunç olur. Yalnızca ünümle ilgili daha fazla sorun yaratır. Hayatta pişman olduğum tek şey bir kızımın olmayışı. Bahsedebileceğiniz yapım aşamasında bir projeniz var mı? Hayatımın en güzel kitabını yazacağıma dair inancım tam, ama bu kitap hangisi olacak ve onu ne zaman yazacağım bilmiyorum. Böyle bir şey hissettiğimde, ki bir süredir bunu hissediyorum, bununla ilgili çok sessiz kalıyorum, ki geçerken onu yakalayabilme şansım olsun. Peter H. Stone - BİA Haber Merkezi
Irkçılığa Karşı: Hepimiz Maymunuz
Villarreal maçında ırkçı hakarete maruz kalan Dani Alves'e her yerden destek yağıyor.  Barcelona'nın sağ beki Dani Alves'in kendisine atılan muzu yerden alıp yemesinden bu yana başta ünlü futbolcular olmak üzere, birçok kişi #weareallmonkeys (Hepimiz maymunuz) etiketiyle muz yerken fotoğraflarını paylaşıyor. Slogan ise 'Eğer ırkçılığı yenemiyorsanız, yiyebilirsiniz'. İşte o fotoğraflardan bazıları...
Türkiye Wushu Federasyonu, Türban Cezasından Dolayı Avrupa Şampiyonasına Katılmayacak
Zeynep Makbule Akyüz, türbanlı olarak Avrupa şampiyonasındaki karşılaşmaya katıldığı gerekçesiyle diskalifiye edildi, ardından 2 yıl men cezası aldı.TÜRKİYE Wushu Federasyonu Başkanı Abdurrahman Akyüz'ün kızı Zeynep Makbule Akyüz, türbanlı olarak Avrupa şampiyonasındaki karşılaşmaya katıldığı gerekçesiyle diskalifiye edildi, ardından 2 yıl men cezası aldı. Federasyonun da kadın takımı için, turnuvaya katılmama kararı vermesi tartışma yarattı. Milli takımının aday kadın sporcuları, Federasyon Başkanı Akyüz'ün, kızının turnuvaya katılamaması nedeniyle kendilerini de cezalandırdığını öne sürdü. Türkiye'yi boks milli takımında da temsil eden wushu sporcularından İzmirli Hatice Alıç, 'Burası aile federasyonu değil. Onun kızı gidemiyorsa bizler varız. Ben yıllarca emek verdim. Ülkemizi temsil edip bayrağımı dalgalandırmak istiyorum' dedi. Geçen yıl Romanya'nın başkenti Bükreş'te yapılan Avrupa Wushu şampiyonasında, karşılaşaya türbanıyla çıkan sporculardan aynı zamanda Türkiye Wushu Fedarasyonu Başkanı Abdurrahman Akyüz'ün kızı Zeynep Makbule Akyüz, diskalifiye edildi. Federasyondan konuyla ilgili yapılan açıklama ardından Federasyon Başkanı Abdurrahman Akyüz ile kızı Zeynep Makbule Akyüz hakkında, Avrupa Wushu Federasyonu 2 yıl karşılaşmalardan yasaklanma cezası verildi. Kadın Milli Takımı çekildi Federasyonun da kadın takımı için, turnuvaya katılmama kararı vermesi tartışma yarattı. Milli takımının aday kadın sporcuları, Federasyon Başkanı Akyüz'ün, kızının turnuvaya katılamaması nedeniyle kendilerini de cezalandırdığını öne sürdü. Türkiye'yi boks milli takımında da temsil eden wushu sporcularından İzmirli Hatice Alıç, 'Burası aile federasyonu değil. Onun kızı gidemiyorsa bizler varız. Ben yıllarca emek verdim. Ülkemizi temsil edip bayrağımı dalgalandırmak istiyorum' dedi. Geçen yıl Romanya'nın başkenti Bükreş'te yapılan Avrupa Wushu şampiyonasında, karşılaşaya türbanıyla çıkan sporculardan aynı zamanda Türkiye Wushu Fedarasyonu Başkanı Abdurrahman Akyüz'ün kızı Zeynep Makbule Akyüz, diskalifiye edildi. Federasyondan konuyla ilgili yapılan açıklama ardından Federasyon Başkanı Abdurrahman Akyüz ile kızı Zeynep Makbule Akyüz hakkında, Avrupa Wushu Federasyonu 2 yıl karşılaşmalardan yasaklanma cezası verildi. 'Karar düzeltilmezse katılmayacağız' Türkiye Wushu Fedarasyonu Başkanı Abdurrahman Akyüz ise, kendisi ve kızının yasaklanma cezası aldığını doğruladı. Kendilerine yönelik insanlık suçunun işlendiğini öne süren Akyüz, şöyle konuştu: 'Olayın benim ve kızımla ilgisi yok. Olay tamamen başörtüsü meselesi. Kızım geçen sene diskalifiye edildi. Ardından bizlere ceza verildi. Yönetim kurulumuz da bu yönde bir karar aldı. Avrupa Wushu Federasyonu'nun verdiği cezaya itiraz ettik ama kabul edilmedi. Bunların yaptığı, bir insanlık suçu, kızımın dünya şampiyonalarında dereceleri var. Bize ancak başörtüsü olmadan katılabileceğimiz söylendi. Bizler de kabul etmedik. Bu inancımıza saldırıdır. Dünya şampiyonalarında hiçbir sıkıntı yok ama neden Avupa'da var, bunu anlamıyorum. Değerlerimize, inançlarımıza haraket ettikleri için de gitmeyeceğiz. Bu karar kaldırılıncaya kadar da bu devam edecek.' Turnuvada Türkiye adına büyükler, üst gençler, alt gençler katagorilerinde 52 erkek sporcunun mücadele edeceği açıklandı. Teknik ekip ve yöneticilerle birlikte kafile toplam 70 kişiden oluşuyor. Kızıyla ilgili iddialarla gündeme gelmişti Türkiye Wushu Fedarasyonu Başkanı Abdurrahman Akyüz'ün adı daha öncede diğer kızı Elif Akyüz'ü, hakemlere rüşvet vererek dünya şampiyonu yaptığı iddiasıyla gündeme gelmişti. Akyüz'ün kızı Elif Akyüz, 10 Ekim 2012 tarihinde 11'inci Dünya Wushu Şampiyonası'nda, 'Kuzey Mızrağı' stilinde, 9.60'lık derecesiyle çeşitli ülkelerden gelen 31 rakibini geride bırakarak şampiyon olmuştu. Ancak, organizasyonu yapan firmada çalışan Ersin Metin Yavuz, Gençlik ve Spor Bakanlığı'na verdiği şikayet dilekçesinde, Abdurrahman Akyüz'ün hakemlere verdiği 7 'Rolex' marka saat ile 14 bin dolar rüşvetle kızı Elif Akyüz'ün şampiyon olduğunu ileri sürmüştü. Akyüz iddiaları yalanlamıştı.Eurosport