Babamın Sandığı: Bir Milletin ve İnsanın Dönüşüm Romanı
Kemal Sinan Özmen, 'Döngü – Bir İnsanlık Üçlemesi' serisinin ardından, bu kez 'Babamın Sandığı' romanıyla okuyucularını Türkiye'nin yakın geçmişine ve insan ruhunun derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Yazar, epik bir bilimkurgu üçlemesinden sonra, 1980 darbesiyle şekillenen Türkiye'ye ve insanlarına odaklanarak, bu geçişi bir görev olarak gördüğünü ifade ediyor. 'Küçük krizler insanı tutucu yapar, büyük travmalar ise dönüştürür,' 'Hepimiz birbirimizin devamıyız; başı, sonu, tekrarı ve uzantısıyız,' ve 'İnsan çocukluk anılarını hatırlar fakat neredeyse tüm çocukluk duygularını unutur' gibi romanın temel sloganları, yazarın evrensel psikolojik unsurlara olan inancını ve bu inancın romanın katmanlarına nasıl işlendiğini gözler önüne seriyor. Bu roman, sadece bir hikâye anlatıcılığının ötesine geçerek, insanlık durumuna dair derin sorular soran ve okuyucuyu kendi 'sandığını' açmaya teşvik eden güçlü bir edebi eser olarak beliriyor.
Özmen, 'Babamın Sandığı'nda, 1980 askeri darbesinin hem Ozan'ın kişisel yaşamındaki kırılmayı hem de toplumsal travmayı nasıl tetiklediğini inceliyor. Yazar, bu dönemin etkilerinin günümüz siyasetinde ve toplumsal sınıflar arasındaki empati kaybında hala kendini gösterdiğini vurguluyor. Roman, neo-liberalizmin etkileri ve toplumsal akıl hastalıkları gibi makro konuları da doğal bir biçimde ele alırken, Ermeni bir iş insanının kimliğini gizlemesi, Kürt olduğu için dışlanan bir karakter, mülkiyedeki liyakatsizlik gibi yan anlatılarla Türkiye'nin kronikleşmiş problemlerine dikkat çekiyor. Hikmet Bey'in tutuklanmasıyla başlayan 'duygusal belirsizlik' ve 'duygusal felç' durumu, geçmişle hesaplaşmanın ve şimdide var olmanın önemini okuyucuya aktarıyor. Yazar, sade ama lirik dili ve keskin ama duyarlı duygusal anlatımıyla, okuyucunun kendi iç dünyasına dönmesini ve kişisel bir aydınlanma yolculuğuna çıkmasını umduğunu belirtiyor.
+ "Döngü – Bir İnsanlık Üçlemesi" serisinin ardından "Babamın Sandığı" romanını yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

- Döngü Üçlemesi, bir tür olarak insanlığı tüm yönleriyle ele alan, her türlü dogmanın önümüzde büyük bir tehdit olduğunu romanların her katmanında haykıran epik bir bilimkurgu serisidir. Böylesi bir üçlemeden tamamen ülkemize ve insanlarımıza odaklanan bir romana geçiş yapmak epey sert duruyor, fakat Babamın Sandığı’nı yazmayı bir görev olarak gördüm. 1980 darbesiyle memleketimizin girdiği yolu kavramanın, kendimizi ve günümüzü anlayabilmek için önemli olduğunu düşünüyorum.
+ Romanın sloganları olan 'Küçük krizler insanı tutucu yapar, büyük travmalar ise dönüştürür,' 'Hepimiz birbirimizin devamıyız; başı, sonu, tekrarı ve uzantısıyız,' ve 'İnsan çocukluk anılarını hatırlar fakat neredeyse tüm çocukluk duygularını unutur' cümlelerinin kişisel felsefenizdeki yeri nedir ve romana nasıl yansıdı?
- Büyük travmaların insanı dönüştürmesinin, çeşitli fırsatlar ve tehditler sunmasının evrensel bir psikolojik unsur olduğuna inanıyorum. Biraz küresel politik ekonominin etkisi, zamanın ruhu ve dünyanın düzeninden dolayı büyümeyi ve olgunlaşmayı çocukluk duygularından kopmak olarak deneyimliyoruz. Bu psikolojik mekanizma şu an evrensel olsa da aslında doğamıza aykırı; belki de içsel huzursuzluğun ana tetikleyicisi. Oysa çok da farklı olmadığını bilse, benzer korkular, kaygılar, umutlar ve düşlerle yoğrulduğunu görse, çağdaş toplumlar bunca yalnızlığa ve bu yalnızlığın sonucu olan diğer karanlık duygulara ve fikirlere gömülmezdi. Roman, üst üste binen insan hikâyeleriyle bunları fısıldıyor; Ozan büyük travmalardan süzülmüş ve kendi bakış açısından elbette haklı, fakat romanda önümüze öyle yaşamlar çıkıyor ki Ozan’ın küflü bunalımları o insanlar için lüks bile addedilebilir. Ozan bunun farkına vardığı anda anlıyor ki hem hepimiz bir bütünün parçasıyız, hem de tek başımıza özgün ve biriciğiz. Roman bu argümanlar üzerine inşa edildi.
+ "Babamın Sandığı" romanında sorduğunuz "Bizi biz yapan doğuştan getirdiğimiz özelliklerimiz midir yoksa yaşam boyu içlerinden süzüldüğümüz deneyimlerimiz midir?" gibi ana soruların, kendi hayatınızda veya genel olarak insanlıkta bir cevabı olduğuna inanıyor musunuz?

- Aslında modern psikoloji insanların dünyaya onlarca farklı tutum kalıbıyla geldiğini söylüyor, fakat elbette bu, bir tür duygusal ve bilişsel kader rayına işaret etmiyor. Doğuştan itibaren belirli bir zihinsel haritaya sahibiz, yine de yaşam deneyimleri, kültür ve sosyal etkileşim, bu haritaları bir heykeltraş gibi işleyebiliyor. Şahsi fikrim, bir fıtratımız var; kimimiz daha sakin, kimimiz inatçı, kimimiz romantik, ama tüm bunlar yaşamdan süzüldükçe radikal bir biçimde dönüşüyor. Bence aslolan insanın kişisel rönesansını gerçekleştirebilmesidir; aydınlanmış bir zihin, özgürleşen bir yürek bilinçli ve vicdanlı tercihler yapar ve artık bu aşamadan sonra fıtrat veya kültürün heykeltraşlığı anlamını yitirir. Vicdani farkındalığı eyleme dökme ihtiyacını hissedebilmek her insanın yaşamda varabileceği en üst düzey duygu durumudur; geri kalanlar geçici, sığ, anlamsız etiketler.
+ 1980 askeri darbesinin hem Ozan'ın kişisel yaşamındaki kırılmayı hem de toplumsal travmayı temsil etmesi romanın temelinde yatıyor. Bu dönemi seçmenizin özel bir nedeni var mıydı?
- Elbette var. Ülkemiz çoklu parti dönemi ile 1980 askeri darbesi arasında inanılmaz bir küresel baskı, hatta zulüm altında kaldı. 1980 askeri darbesi ise ülkemizin zorlu ve yanlış bir yola soktu. İşte tam olarak bu yolu ve yolcuları ele aldım. Bu darbenin etkilemediği hane ülkemizde yok gibidir ve travmaları günümüz siyasetinde, karşılıklı empatisini iyice yitiren toplumsal sınıflarda kendini gösteriyor. Bu dönemin bir ailenin çözülmesini, kuşaklar ve fertler arası iletişimsizliği ve kopuşu nasıl tetiklediğini anlatmak istedim. Bazen “benim suçum” veya “ailemin suçu” diyerek yüreğimizde kurduğumuz kör-sağır mahkemelerin aslında doğru kararlar almadığını, hiçbir insanın küresel politikanın kanlı tırnaklarından kendini kurtaramayacağını, fakat ancak kişisel aydınlanma yolculuğu ile bireyin bu döngüden kendini kurtarabileceğini tartıştım.
+ Ozan'ın babası Hikmet Bey'in tutuklanmasıyla başlayan 'duygusal belirsizlik' ve 'duygusal felç' durumu, günümüz okuyucusu için ne gibi mesajlar taşıyor?
- Geçmiş, şimdi ve gelecek, dil eğitimi derslerinde öğretmenin tahtaya çizdiği lineer, birbirinden uzak alanlarda durmuyor. Çoğu insanın çocukluğundan ve gençliğinden çeşitli travmaları vardır. Bu travmalar doğal olarak duygusal felçliğe ve belirsizliğe yol açar. Tam bu noktada kişi bir tercihte bulunabilir: ben bunlara sırtımı dönüp önüme mi bakacağım yoksa bu travmalarımın özneleriyle ve nesneleriyle hesaplaşacak mıyım? Bu tür problemlere sırtını dönen insanlar geçmişi sildiğini, tüm duygusal yatırımını geleceğe yaptığını düşünür. Oysa geçmişe sırtını dönmek ve tüm kartlarını geleceğe oynamak bir tür Godot’u bekleme oyununa dönüşebilir ve kişiyi asıl var olması gereken noktadan, şimdiden uzaklaştırır. Ne çok insan zengin olma düşü kuruyor! Evlenerek mutluluğa kavuşacağını, gelişmiş bir ülkeye taşınarak huzuru bulacağını, hayal ettiği o arabayı alarak kendini tamamlayacağını sanıyor. Oysa bunlar çoğunlukla gerçekleşmiyor veya gerçekleşse bile o arabanın sağladığı dopamin atağı birkaç aya geçiyor, memleketten ayrılınca huzur hep beraberinde gelmiyor… Bunların bir sebebi olarak duygusal felçlik durumunu görüyorum. Ne geçmişe saplanmak çözüm ne de geleceğe; önemli olan geçmişi de geleceği de geniş ve ferah bir şimdide yaşayabilmek. İşte tam olarak bu sebeple insanın travmalarını çözümlemesi gerekir.
+ Hikmet Bey’in dört öğrencisi (Selçuk, Güney, Barış, Özlem) fantastik öğeler taşıyan karakterler olmalarının yanı sıra "pedagojik metaforlar" olarak tanımlanıyor. Bu karakterleri ve taşıdıkları anlamları biraz daha açabilir misiniz?

- Bu dört karakter de Hikmet Bey’in ilkokul öğrencileri. Yaşamlarına çok acı olaylarla başlayan bu insanların önüne Hikmet Bey ışıl ışıl bir öğretmen olarak çıkıyor. Fantastik öğeler ise bu karakterlerin çocukluğundan kalma küçük zihin oyunlarından ibaret. Kulağa önce saçma ve imkânsız gelen bu öğeler roman ilerledikçe olgunlaşıyor ve okur şunu anlıyor; Hikmet Öğretmen karanlığa gömülmüş bu yaralı kuşları kurtarabilmek için onları sıcacık öykülerle beslemiş. Öyle beslemiş ki büyüyüp koca adamlar ve kadınlar olduklarında bile yürekleri bu ışıkla ısınıyor ve aydınlanıyor. Örneğin ailesi katledilen Özlem çok küçükken hayvanlarla konuşabildiğini düşünür, Güney zihninde zamanda yolculuk yapar, Selçuk telepati ile insanlarla iletişim kurabilir; tüm bu fantastik öğeler alabildiğine gerçekçi insanlar ve öyküler içinde doğal bir biçimde yerlerine oturur. Hepimiz çocukken (belki şanslıysak şimdi) biraz fantastik fikirlere sahip değil miydik?
+ Romanın makro düzlemde 1980 ihtilalinin ülkeyi, aileyi ve bireyi nasıl dönüştürdüğünü tartıştığı belirtiliyor. Özellikle neo-liberalizmin etkileri ve toplumsal akıl hastalıkları gibi konulara nasıl yaklaştınız?
- Okur romandan insanlara ve yaşamlarına şahit olurken fonda hep memleketimizi görür. Geçmişi anlatan sahnelerde darbenin etkilerini somut bir biçimde izlerken insanların zamanla nasıl dönüştüğüne tanıklık eder. Ülkemiz darbeden sonra makro düzlemde yeni bir politik ekonomi söylemini benimsedi. Romanda büyük resme dair olan bu tür konuları olabildiğince doğal bir biçimde ele almaya çalıştım. İyi edebiyat tarafgirlik yapmaz, fakat tarih sahnesinden insanın iyiliği için gerçeği, sadece gerçeği görmeye ve göstermeye çalışır. Ben de elimden geldiğince bunu yapmaya çalıştım; ek iş yapmak zorunda olan kıdemli bir doktor, üniversiteye girmek için özel okullara, kurslara para akıtan bir genç, siyasi fikrinden dolayı, sırf düşündüğü ve konuştuğu için toplumdan ve yaşamdan silinebilen insanlar ne yaşandığını yeterince anlatıyor. Bunca zulüm gören bir memleketin toplumsal akıl sağlığının yerinde olmasını beklemek de naiflik olur.
+ Ermeni bir iş insanının kimliğini gizlemesi, Kürt olduğu için dışlanan bir karakter, mülkiyedeki liyakatsizlik gibi yan anlatılarla Türkiye'nin kronik problemlerine dikkat çekme amacınız neydi?
- Klanlardan, feodal gruplardan kurulu öfkeli ve bölünmüş bir kalabalık olmak yerine gerçek bir toplum olmak istiyorsak birbirimizi kabul etmek, anlamak, sevmek, ortak ve adil bir vatandaşlık tanımı ve pratiği altında buluşmak zorundayız. Başka bir çaremiz, çözümümüz yok.
+ "Babamın Sandığı" sadece bir roman olmanın ötesinde bir ağıt, bir itiraf, bir mektup ve kişisel/toplumsal bir barış girişimi olarak da okunabilir deniyor. Bu tanımlamaların sizin için anlamı nedir?

- Evet, roman yakın tarihimizin bir ağıtıdır; yaşanamamış güzel günleri başı dik ve umutlu bir biçimde anmaya çalışıyor. Öte yandan okura kapalı sandıkları açmaya davet ediyor; hâlâ hayattayken iki sevgi dolu sözü bizim için en kıymetli olanlardan sakınmayalım diyor. Ancak bu yolla kişisel barış antlaşmamızı yapabiliriz ve kim bilir günün birinde toplumsal barışa da bu yolla varabiliriz. Her şey insana inanmakla ve ona yatırım yapmakla başlıyor.
+ Romanın dilinin sade ama lirik, duyguların keskin ama duyarlı olduğu belirtiliyor. Bu dengeyi sağlamak için yazım sürecinde nelere dikkat ettiniz?
- Gerçekçi karakterler ve olaylarla örgülü bir romanda lirizmi; şiirleri, şarkı sözlerini veya süslü betimlemeleri büyük dikkatle kullanmak gerekiyor. Tıpkı yemeğe kattığımız baharat gibi, az olursa tatsız tuzsuz, çok olursa yemeğin asıl tadını bastırıp her şeyi mahvedebilir. Bu hususa özellikle dikkat ettim. Okur romanın tadına varsın diye kelimeleri özenle seçmeye gayret ettim.
+ 'Babamın Sandığı' okurlara kendi içlerindeki sandığı açma cesareti sunduğu belirtiliyor. Kitabınızın okuyucularda bu etkiyi yaratmasını umuyor musunuz?- “Romanların insanlara ne faydası var?” diye çok düşünmüşümdür. Onca emeği neden veriyorum? Yaşar Kemal’den veya Kafka’dan iyi mi yazacağım, bunca çabanın amacı ne? Bu soruların sizin sorunuzla birlikte yanıtı şu: İnsan ancak hazır olduğunda ona bir romanla ulaşabilirsiniz. İçinde derin bir boşluk olmayan bir yüreğe akıp o boşluğu engin bir denizle dolduramazsınız. Ben inanıyorum ki Babamın Sandığı ülkemizi çok seven ve onun için kaygı duyan insanlara iyi gelecektir. Dileğim romanı tamamlayan birinin “Evet, ben de bunları düşünmüştüm. Yanlış ve yalnız değilim,” diyerek gülümsemesi ve biraz olsun umutla dolması.
Bu derinlikli ve samimi söyleşi için Kemal Sinan Özmen'e en içten teşekkürlerimi sunarım. 'Babamın Sandığı' romanının ardındaki düşünsel süreçleri ve yazarın kişisel felsefesini bu denli açık yüreklilikle paylaşması, eserin katmanlı yapısını daha iyi anlamamızı sağladı. Romanın, yakın tarihimizin bir ağıtı olmasının yanı sıra, bir itiraf, bir mektup ve kişisel/toplumsal bir barış girişimi olarak tanımlanması, eserin taşıdığı derin anlamı gözler önüne seriyor.
Okuyucuların kendi içlerindeki sandığı açma cesaretini bulmalarına vesile olması dileğiyle, bu değerli eserin edebiyat dünyamıza ve okuyucuların ruhlarına katacağı zenginliklere şimdiden minnettarız.
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!