Bal ve Arı Mucizesi
Geçenlerde Marmaris’e gittim. Ama bildiğiniz otellerden birinde değil; doğanın kalbinde, bir dağ evinde kaldım. Beton duvarların sıkıcı havası yerine, ahşabın sıcak kokusu, sabahları cırcır böceklerinin, kuşların cıvıltısının ve horozların ötüşünün eşlik ettiği o büyüleyici uyanış… Ve en güzeli de bahçedeki masada arıların kanat çırpışları eşliğinde edilen kahvaltılar. Arıları izlerken ister istemez Kur’an-ı Kerim’de “Nahl” adıyla anılan ve bizzat arıya işaret eden sure geldi aklıma. Sayfaları çevirip mealini tekrar okudum. Sonra düşündüm: Arılar üzerine yazmadan köşemi kapatmak olmaz. Çünkü onlar sadece doğanın bir parçası değil, adeta bir mucize.
Kur’an’da şöyle buyuruluyor:

“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve insanların yaptıkları çardaklarda kendine evler edin. Sonra her çeşit meyveden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü.” (Nahl Suresi, 68)
1400 yıl öncesinde, arının dişi ya da erkek oluşunu kimsenin bilmediği bir dönemde bu ayette özellikle dişiye işaret edilmesi, üzerinde saatlerce düşünülecek bir ayrıntı. Çünkü biliyoruz ki bal üreten, kovanı inşa eden, polen toplayan hep dişi arılar. Erkek arıların tek görevi kraliçe arıyla çiftleşmek; kovanın temizliği, savunması, bal üretimiyle ilgilenmezler. Yani o devasa düzenin yükünü işçi arılar çeker. Bu bilgiyi modern bilim yeni keşfederken, Kur’an yüzyıllar öncesinden bunu işaret etmiş.
Bazen düşünüyorum; biz insanlar da toplum içinde aynı kovan gibiyiz. Herkesin bir görevi var. Kimisi göz önünde, kimisi görünmez ama hepsi bir bütünün parçası. Marcus Aurelius’un dediği gibi:
“Arı kovanı için iyi olmayan, arı için de iyi değildir.”
Toplumsal düzen, işte tam da böyle karşılıklı bir dayanışma üzerine kuruluyor.
Arılar öylesine disiplinli ki, onların kovan düzenine bakınca hayran olmamak elde değil.

Kraliçe, işçiler, erkekler… Herkes rolünü biliyor, sorgulamıyor. Biz insanlar ise çoğu zaman görevlerimizi unutuyoruz, sorumluluklarımızdan kaçıyoruz. Oysa küçücük bir arı, bizlere çalışkanlığı, sabrı ve iş bölümüyle örnek oluyor.
Mevlana’nın bir sözü vardır:
“Arı bal yapar ama iğnesi de vardır.”
Hayat da öyle değil mi? Tatlıya ulaşmak için kimi zaman acıya katlanırız. Ama sonuç hep güzeldir, şifadır.
Kur’an’da yine arı ve balla ilgili surenin devamında şöyle buyruluyor:
“Onların karınlarından çeşitli renklerde şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır.” (Nahl Suresi, 69)
İşte o şifa kaynağı bal… Modern tıpta da artık sadece bir tatlandırıcı değil, başlı başına bir ilaç olarak inceleniyor. Araştırmalar gösteriyor ki balın faydaları saymakla bitmiyor:
Kolay sindirilir. Hassas mideler için bile dosttur.
Hızlı enerji verir. Sıcak suya karıştırıldığında dakikalar içinde kana karışır. Sporcular için doğal doping gibidir.
Kan yapımına destek olur. Kan dolaşımını düzenler, damar sertliğine karşı korur.
Antimikrobiktir. İçindeki doğal maddeler bakteri ve mantarların üremesini engeller.
Antioksidandır. Kalp ve damar hastalıklarına, kansere karşı güçlü bir koruyucudur.
Vitamin ve mineral deposudur. B vitaminlerinden potasyuma, kalsiyumdan magnezyuma kadar pek çok zenginliği barındırır.
Yaraları iyileştirir. Doğrudan cilde sürüldüğünde dokuları yeniler, enfeksiyonları temizler.
Eskiler boşuna dememiş:
“Bal yiyen, baldan tatlı söz söyler.”
Gerçekten de balın sadece bedene değil, ruha da şifa verdiğine inanırım.

Bir kaşık bal yediğinizde hem tatlı bir enerji hem de huzur dolar içinize.
Bal, sadece soframızda değil, şiirlerde, edebiyatlarda da hep tatlının, güzelliğin simgesi olmuştur. Shakespeare, “Bal bile fazla olursa insanı bıktırır” der. Yani ölçü, her şeyde olduğu gibi balda da önemli. Rumi ise, “Dostun gülüşü baldan tatlıdır” diyerek sevgiyi bala benzetir.
Benim için bal biraz da çocukluğun hatırası. Annem her sabah sofraya mutlaka bal koyar. O altın sarısı tabak, bizim evin bereketini simgeler adeta. Annem için bal kahvaltının olmazsa olmazıdır. Ben de çocukluktan bu yana bala düşkün olmam bu sebepten.
Peki belki benim gibi bal üzerine hepimizin şahsi dünyasında hikayesi olan bal ve onu üreten arılar gerçekten önemli mi?
Burada hemen Einstein’ın meşhur sözü aklıma geliyor:
“Arılar yok olursa, insanlığın dört yıl ömrü kalır.”
Bu sözün doğruluğu tartışılır ama gerçeğin payı çok. Çünkü arılar sadece bal üretmez, aynı zamanda tarımın gizli kahramanıdır. Polen taşıyarak bitkilerin çoğalmasını sağlarlar. Arılar olmadan tarım, tarım olmadan da hayat olmaz. Bugün iklim krizinin en büyük tehlikelerinden biri arı nüfusunun azalması. Bu yüzden balın değerini bilmek kadar, arıları korumak da bizim vazifemiz.
Bence arılar bize sadece bal değil, ders de sunuyor. Çalışkanlığı, sabrı, düzeni, dayanışmayı öğretiyor. Biz de hayatımıza bu özellikleri kattığımızda kendi “balımızı” üretebiliyoruz. Kimi zaman bu bal bir başarı oluyor, kimi zaman bir dostluk, kimi zaman da bir tebessüm.
Mevlana’nın şu sözüyle bitirmek istiyorum:
“Arı gibi ol, başkasına zarar verme. Arı gibi ol, kendi balını üret.”
Evet sevgili dostlar, siz de sabah kahvaltınızda bir kaşık balı eksik etmeyin. Ama asıl önemlisi, hayatınızda da arı gibi üretken, paylaşan ve fayda sağlayan biri olun, olalım. Çünkü balın mucizesi sadece kavanozlarda değil, kalbimizde gizli.
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!