Bir Bakışın Hikayesi: Altay Aldoğan Sanatı Üzerine Sohbet
Bir resme baktığımızda aslında neyi görürüz? Rengi mi, biçimi mi, yoksa bakışımızın kendisini mi? Altay Aldoğan’ın resimleri bu soruyu sessizce, sabırla sorar. Onun tuvalleri bir manzaradan, bir figürden ya da bir yüz ifadesinden çok daha fazlasını taşır; orada, görünür olanla görünmeyen arasındaki ince çizgi belirginleşir. “Bakış: Uzak/Yakın” sergisi, bu çizginin tam üzerinde durur. Aldoğan, izleyiciyle resim arasında bir mesafe kurar ama o mesafeyi aynı anda anlamın kendisine dönüştürür. Her figür, bir an durup düşünmemizi ister; her mekân, bir tür sessizlikle yankılanır. Yakın olan birden uzaklaşır, uzak olan ansızın belirir. Bu, sanatçının hem kavramsal hem duygusal olarak kurduğu bir denge oyunudur: gözün baktığıyla kalbin gördüğü arasındaki mesafe.
Kömür kalem eskizlerinde belirginleşen o sert, dürüst çizgiler; pastel tonlarda eriyen, neredeyse nefes alan renk geçişleriyle karşılaşır.

Balıkesir’in sade coğrafyasından, ışığın eğimiyle biçimlenmiş yüzeylere; dijital sergilerin soğuk ekranlarından, atölyesinin tozlu duvarlarına kadar uzanan bu yolculukta Aldoğan’ın bakışı hep aynı sorunun etrafında döner: “Bir görüntüye gerçekten bakabilir miyiz?”
Resimlerinde Edward Hopper’ın yalnızlık atmosferi hissedilir, evet; ama Aldoğan o yalnızlığı başka bir biçimde dönüştürür. Onun figürleri, izole değil, derin düşünceye gömülüdür. Işık, bir duyguyu değil, bir farkındalığı açığa çıkarır. Bu yönüyle, modern dünyanın yalnızlığına değil, o yalnızlığın içindeki sessiz kabullenişe odaklanır.
Aldoğan’ın resim pratiği, gözlemin sınırlarını zorlar. O, her defasında görmenin bir edim değil, bir tür içsel sezgi olduğunu hatırlatır. Resim, onun için yalnızca bir ifade aracı değil; zamanla, algıyla ve varlıkla kurulan bir diyaloğun biçimidir. Bu diyaloğun içinde izleyici, sanatçının karşısında değil, onunla düşünür.
Altay Aldoğan’ın dünyasında bakış bir yön değil, bir varoluş biçimidir. Uzakla yakın arasında sürekli değişen bir denge, ışıkla gölge arasında süren bir arayıştır. Ve belki de onun sanatı, bize en sade hâliyle şunu söyler: Bazen görmek, uzaklaşmakla; bazen anlamak, sessizce yaklaşmakla başlar.
+ Son kişisel serginiz "Bakış: Uzak/Yakın"da (1-12 Ekim 2025, Mekan Blogspot), bakış ve mesafe kavramlarını nasıl işlediniz? Bu tema, eserlerinizde nasıl bir görsel dil oluşturdu – örneğin, figürlerin ifadeleri veya mekân kullanımı açısından?

- Benim için “bakış” ve “mesafe” kavramları sadece görsel yapının oluşmasına katkı sunmakla kalmıyor, aynı zamanda anlamı belirleyen temel öğeler arasında yer alıyor. Yukarıdan konumlanan bakış, mekânı bir bütün halinde görme imkânı tanırken, aynı anda o bütünün parçalar halinde algılanmasına da aracılık ediyor. Bu yüzden resimlerimde mesafe, sadece fiziksel bir uzaklık değil; bakışın yönünü ve niteliğini belirleyen bir unsur olarak öne çıkıyor.
Çalışmalarımda bu düşünce açıkça kendini gösteriyor. Parçalanmış yüzeyler, üst üste binen katmanlar ve bozulan perspektiflerle kurduğum mekânlara kimi zaman belli belirsiz insan figürleri eşlik ediyor. Böylece geniş mekân algısı fragmanlara bölünüyor ve durağanlık, hareketli bir görünüme dönüşüyor. Sonuçta ortaya çıkan görsel dil, izleyiciye yakınlık ve uzaklık; içeride olma ve dışarıdan bakma arasında gidip gelen bir deneyim alanı sunuyor.
+ Instagram hesabınızda paylaştığınız kömür kalem portre eskizleri, duygusal bir derinlik taşıyor. Bu eskizleri yaratırken, modelin iç dünyasını nasıl yakalıyorsunuz ve bu teknik size ne gibi özgürlükler sağlıyor?
- Kömürün doğası bu tür çalışmalar için çok elverişli; çünkü aynı anda hem sert hem yumuşak hem belirgin hem de silik izler bırakabiliyor. Bu çift yönlü yapı, modelin ruh halini aktarmada bana büyük bir özgürlük tanıyor. Çalışırken çizgisel bir süreç yerine genellikle yüzeyi lekelerle kapatıyor, ardından silme efektleriyle formu ortaya çıkarıyorum. Modelin ifadesini ve karakterini yakaladığımı hissettiğim anda ise resmi bırakıyorum. Bu nedenle kömürle yaptığım portrelerde, anlık duyguların izlerini taşıyan canlı ve kendiliğinden bir ifade öne çıkıyor.
+ Pastel manzara eskizleriniz, yumuşak renk geçişleri ve huzurlu bir atmosferle dikkat çekiyor. Doğa temalarını seçerken, Balıkesir'in coğrafyasından mı yoksa daha soyut bir ilhamdan mı besleniyorsunuz?

—Pastel manzaralarımın çıkış noktası aslında oldukça kişisel; çoğu zaman kendi deneyimlerimle ilişkili mekânlardan besleniyorum. Bu anlamda Balıkesir’in coğrafyası önemli bir kaynak, çünkü yaşadığım yerle kurduğum bağ resimlerime doğrudan yansıyor. Ancak bu mekânları doğrudan tanımlanabilir kılmak yerine anonim manzaralara dönüştürmeye çalışıyorum. Amacım, formun kesinliğini azaltarak renk lekelerinin bütünlüğünden doğan peyzajlar yaratmak. Yumuşak geçişler ve parçalanan tonlar huzurlu bir atmosfer oluştururken aynı zamanda manzaranın bireyselliğini azaltıyor ve izleyiciye daha evrensel bir sahne sunuyor.
+ "The Others: People/Places" sergisinde, bireyler ve mekânlar arasındaki uzaklığı vurguluyorsunuz. Bu tema, pandemi sonrası dünya algınızı nasıl etkiledi ve eserlerinize nasıl yansıdı?

— “The Others: People/Places” sergisinde temel olarak “öteki” kavramını sorguladım. İnsan, hem kendine hem de çevresine bakarken sürekli bir ötekilik ilişkisi kuruyor; tanıdık olanı yabancılaştırıyor, yabancıyı ise kimi zaman kendine ait kılıyor. Bu noktada pandemi, doğrudan bir çıkış noktası olmasa da, mesafe ve ötekilik kavramlarını daha görünür hale getiren bir eşik işlevi gördü.
+ Akademik çalışmalarınızda Edward Hopper gibi ressamların modern yalnızlık temalarını incelediğiniz görülüyor. Kendi resimlerinizde bu etkiyi nasıl dönüştürüyorsunuz – örneğin, figürlerin izolasyonu veya ışık oyunları üzerinden?

— Edward Hopper’ın resimlerindeki yalnızlık teması, benim için bireyin mekânla kurduğu mesafenin bir yansımasıdır. Hopper’da figürler, ister tek başına ister kalabalık içinde olsun, modern kentin imgeleri arasında daima yalnız görünür. Benim resimlerimde ise katmanlı mekânlar ve parçalı düzen, insan varlığına dair izler taşır. Tercih ettiğim uzaktan ve tepeden bakış açısı, kente ait olma hâlini yabancılaştırıcı biçimde sunarken aynı zamanda insanın kendine yönelttiği bakışı da yansıtır. Işık kullanımında ise Hopper’ın keskin kontrastlarından farklı olarak, lekelerin bütünlüğünden doğan belirsiz yüzeyler oluşturmayı tercih ediyorum.
+ "Yabancı" adlı çevrimiçi kişisel serginizde, yabancılaşma kavramı hâkim. Dijital platformlarda sergi açmak, geleneksel galeri deneyiminden farklı olarak sanatınızı nasıl etkiledi?

— Pandeminin devam ettiği dönemde fiziksel bir sergi açmak zordu, bu yüzden çevrimiçi sergiler izleyiciye ulaşmak için önemli bir alternatif oldu. Yine de bir eserin karşısında durmak, onun ölçeğini, yüzeyini, malzemesini ve mekânla kurduğu ilişkiyi hissetmek bambaşka bir deneyimdir. Dolayısıyla çevrimiçi sergiler erişim açısından değerli olsa da, izleyici ile eser arasında kaçınılmaz bir mesafe yaratır. Ancak bu durum sanatımı doğrudan etkilemedi; daha çok dijital ortamlarda sergilere katılırken bu mesafeyi azaltmak için farklı yollar üzerine düşünmeme neden oldu.
+ Resim pratiğinizde janr resmine (günlük hayat sahneleri) olan ilginiz, tez çalışmanızdan da belli. Günlük hayattan bir sahneyi tuvale taşırken, gerçekçilik mi yoksa soyut bir yorum mu önceliğiniz oluyor?

— Çalışmalarımda her zaman gerçeklikten, hatta sıradan olandan yola çıkarım; ancak süreç ilerledikçe bu gözlem, lekeler, boşluklar ve parçalanmış yüzeyler aracılığıyla soyutlamaya evrilir. Ortaya çıkan resimler ise hem gündelik yaşamın izlerini taşır hem de izleyicide bu sahnelerin ötesinde duygusal ya da düşünsel bir karşılık uyandırmayı amaçlar.
+ Sanat yolculuğunuzda en çok etkilendiğiniz ressamlar kimler? Bu ressamların hangi yönleri – stil, tema veya teknik – sizin eserlerinize ilham verdi ve bu etkiyi nasıl evrilip kendi dilinize uyarladınız?

— Kesin bir cevap vermek zor olsa da özellikle 20. yüzyıl Avrupalı ve Amerikalı ressamların beni etkilediğini söyleyebilirim. Ludwig Meidner’in kaotik kent manzaraları, Laurence Stephen Lowry’nin endüstriyel peyzajları, Giorgio de Chirico’nun gerçeküstü mekânları ve Edward Hopper’ın modern kent görünümleri benim için önemli esin kaynakları arasında yer alıyor. Ancak bu isimleri, kendi anlatım dilimi kurmak için yalnızca bir çıkış noktası olarak değerlendiriyorum. Bu ressamlarla kurabileceğim ortaklık ise, mekân ve kent kurguları aracılığıyla insana dair varoluşsal sorgulamaları görünür kılmaları yönünde beliriyor. Benim çalışmalarım da benzer biçimde, mekân üzerinden insanın toplumsal ve bireysel konumunu sorgulamaya odaklanıyor.
Altay Aldoğan’ın sanatında görünen ile hissedilen arasındaki mesafe giderek inceliyor.

Her tuval, bir “yaklaşma” denemesi — insana, doğaya, zamana. Onun resimleri, sessizliğin içinden konuşan, ışığın içinde saklanan hikâyeler gibi. İzleyiciyi edilgen olmaya değil, yeniden bakmaya davet ediyor. Çünkü Aldoğan’a göre sanat, yalnızca görmek değil, anlamaya cesaret etmektir.
Ve bu cesaret, her bakışta biraz daha yakına gelir.
Teşekkür ederim Altay Aldoğan.
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!