Geçmeyen Şeylerin Yazarıyla: Cihad Kök
Bazı kitaplar vardır, onları okurken kahramanlara değil kendine sinir olursun. Kapatırsın kapağını, sonra gidip üstüne tekrardan düşünürsün, “ne saçmalamışım” dersin. Çünkü o kitaplar bir hikâye anlatmaz; seni anlatır. İşte “Uyuyunca Geçmeyen Şeyler Var”, tam olarak böyle bir kitap.
Cihad Kök, edebiyatın steril mutfağından değil, yatak odasında sabaha karşı gözünü duvara dikmiş bir adamın zihninden yazıyor bu metinleri. “İyi yazılmış” cümleler değil bunlar; dürüst cümleler. Hani o kimseye anlatmadığın, terapist bile olsa ağzından çıkmayacak duygular var ya, işte onlar burada yazılı. Bu yüzden insan okurken biraz utanıyor, biraz huzursuz oluyor ama en çok da yalnız olmadığını hissediyor.
Bu kitap bir tür duygusal otopsi: hangi aşk ne zaman öldü, hangi gece hangi düşünce uykudan güçlü çıktı, hangi cümle hâlâ içini çiziyor... Her biri, uykunun bile üstünü örtemediği duygusal kırıntılar. Bir ilişki günlüğü değil; bir kayıp envanteri. Satırların arasında kaybolmaktan korkmuyorsun çünkü kaybolduğun yerin haritası bu kitapta çizilmiş zaten.
“Uyuyunca geçmiyor” evet. Ama belki birileri yazınca, en azından anlatılabilir hâle geliyor.
Bu metinlerin arkasındaki yazarla, duyguların geçmediği yerlerde biraz daha oyalanmak ve metnin ruhuna daha da yaklaşmak için bir söyleşi yapmak istedik. İşte Cihad Kök’le, “Uyuyunca Geçmeyen Şeyler Var” üzerine gerçekleştirdiğimiz o samimi ve derinlikli röportaj:
+ Kitabın adı bile başlı başına bir itiraf: “Uyuyunca Geçmeyen Şeyler Var.” Sizce uyku neden bazı acıların üstünü örtemez? Neden bazı duygular uykuda bile bizimle kalır?

- Uyku zihni kapatsa da kalbin atışını susturamaz. Sen gözünü kapatabilirsin ama o içeriden konuşmaya devam eder. Evet, uyku, bilinci geçici olarak devre dışı bırakabilir; ancak travmatik deneyimlerin psiko-duygusal tortusu, uyku evrelerini aşar. Gün boyu uyarana maruz kalan zihin, gece olunca da sessiz kalamıyor; o sessizlikte biriken tüm bastırılmış duygular su yüzüne çıkıyor ve uyku artık bir kaçış değil, bir yüzleşme alanı haline dönüşüyor. Yani uyku, fizyolojik bir sıfırlanma hali gibi görünse de, bilinçdışı sürecin aktif biçimde devreye girdiği zihinsel bir alan aslında. Freud’un dediği gibi, bastırılan şey geri döner. Ama modern çağda, bu dönüş sadece rüyalarla değil, uykuya dalamayışla, sabaha karşı uyanmalarla, boş tavana bakmalarla oluyor. İnsan, gündüzleri meşguliyetle örttüğü duygusal kaotik yapıyı, geceleri zihinsel bir yankı odasında tekrar duymaya başlıyor. Çünkü bazı acılar, bilinçaltının derin katmanlarına sızmıştır ve bilinçli unutmanın ötesindedir; onlar artık kimliğin bir parçası hâline gelmiştir. Bu yüzden bazı duygular, geceye rağmen bizdedir: çünkü özne uyusa da travma uyanıktır.
+ Metinlerinizde tür sınırlarını aşan bir özgürlük var. Deneme, hikâye, hatta şiirsel iç dökümler bir arada. Bu anlatım biçimini seçerken sizi yönlendiren şey neydi? Kural tanımayan bir yazı, daha dürüst olabilir mi?
- Evet, metinlerimde türler arasındaki sınırları bilinçli olarak silikleştirdim. Çünkü hayatın kendisi de bir türe sığmıyor. Bazen bir cümle deneme gibi düşünmeye çağırıyor, bazen bir iç monologla hikâyeye dönüşüyor, bazen de tüm kurgu bir mırıldanma gibi şiirleşiyor. Bence edebiyat, kuraldan değil samimiyetten doğar. Kurguyu duygunun peşine takınca, yazı da kendi iç gerçeğine yaklaşır. Bu yüzden biçimden çok hissin sözü geçer metinlerimde. Türleri aşmak, sınırları zorlamaktan çok zihinsel özgürlüğü öncelemektir. Duygu, kalıba sığmaz. Klasik anlatı yapılarında duygu çoğu zaman estetik kurallar uğruna budanır. Oysa ben metni bir “duygusal topoloji” gibi düşündüm — hangi duygunun nerede yoğunlaştığına göre şekil alan, zaman zaman kendi üzerine çöken, esneyen bir yapı. Kural tanımamak değil, duygunun organik yapısına sadık kalmak istedim. Çünkü biçim bazen duygunun düşmanıdır. Benim metinlerim, biraz bilinç akışı, biraz post modern deneme, biraz da içsel monolog. Ama tüm bunlar sadece biçimsel bir tercih değil; Uyuyunca Geçmeyen Şeyler Var, yapısal olarak da klasik anlatının dışında duran, fragmanlarla ilerleyen bir post modern roman. Anlatı formunun kırılması, karmaşık duyguları daha doğru ifade etmemi sağladı. Çünkü bazı düşünceler tek bir biçime sığmaz. Bazen onları kısa fragmanlarla, bazen bir sessizlikle, hatta bir sayfa boşluğuyla anlatmak gerekir. Hayatın kendisi gibi yazı da kesintili olabilir. Ve bazen bir hissi eksik bırakmak, onu tam anlatmaktan daha gerçektir. Ben türleri değil, duyguları takip ettim. Ne gerekiyorsa onu yazdım. Şiir gibi hissettiğimde şiir gibi, iç dökülesi olduğunda dümdüz, kırık bir cümleyle anlattım. Çünkü dürüstlük bazen noktasız bir cümlede saklıdır. Post modern anlatıların bana kazandırdığı şeylerden biri de bu: yapının kırılabileceğini, biçimin içeriğe boyun eğebileceğini bilmek. Bu kitapta bir kural değil, bir dürüstlük hâli var. Çünkü modern çağda herkes kendisinin en cilalı versiyonunu gösteriyor. Ama içimizde hâlâ filtresiz bir alan var; ben orayı yazmak istedim.
+ Bu kitap, bir anlamda duygusal bir laboratuvar gibi. Peki bu laboratuvarda en çok hangi duygunun sizi zorladığını fark ettiniz?
- Pek çok duygunun aslında… Bunlardan biri özellikle ‘yitimin kabulüydü. Çünkü kaybı tanımak ontolojik bir krizi de beraberinde getiriyor. Zira varoluşumuzun bir kısmını diğerinin ya da diğerlerinin varlığıyla inşa ettiysek, onun/onların yokluğunu kabul etmek, kendimizin bir kısmını da inkâr etmek anlamına geliyor. Bu çelişkiyle yüzleşmek sancılıydı. Özellikle modern insanın kontrol illüzyonu altında yaşadığı bir çağda, kayıp fikriyle yüzleşmek, bir nevi bütün inşa ettiğimiz benlik anlatısının çökmesidir. Bugün her şey planlı, takvimli, algoritmalı ilerliyor. Ama duygular böyle işlemiyor. Sevgi, kayıp, özlem gibi duygular hâlâ kaotik. Birinin gidişiyle, diğerinin yüzüstü bırakmasıyla veya ötekinin hayal kırıklığı yaşatmasıyla başa çıkamamak, aslında sadece onunla değil; onunla kurduğun kimliğin çöküşüyle de ilgilidir. Bu yüzden en zor olan, sadece onu değil, kendindeki o versiyonu da gömmektir. Psikodinamik kuramlar, insanın en çok kendine dair anlamı yitirdiğinde acı çektiğini söyler. Evet, insan en çok, kendinden ayrıldığında acı çeker. Ama en zoru belki de “pişmanlık.” Çünkü pişmanlık, sadece geçmişe değil, geleceğe de sızan bir duygu. Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” sözü bazen eksik kalır; bazen cehennem, insanın kendi seçimlerine dönüp bakma cesaretinde gizlidir.
+ Sıklıkla “kalan” değil, “giden” üzerinden yazıyorsunuz. Gitmek sizce daha mı güçlü, yoksa daha mı çaresiz bir eylem?

- Gitmek bazen gücün, bazen tükenmişliğin sonucudur. Ama her iki durumda da iz bırakır. Giden, ardında kalan bir sessizliktir. Kimi zaman bağırarak gitmek isterken, fısıltıyla ayrılırsın. Gitmek, güçlü olmak değil; bazen sadece yapacak başka şeyin kalmamasıdır. Gitmek, yalnızca fiziksel bir hareket değil, epistemolojik bir tercihtir. Yani gitmek bazen neye inanmak istediğini seçmek gibidir. Bazen bir irade beyanı; bazen de pasif bir tükeniştir. Bu ikilemi sorgulamak istedim: Giden mi güçlüdür, yoksa kalan mı daha cesur? Belki de asıl mesele, hangisinin daha çok yara aldığıdır.
+ Kitap boyunca tekrar eden bir tema var: kendini bırakmak. Sizce insanlar neden en çok kendilerini taşıyamaz hâle geliyorlar?
- Çünkü öznenin yükü, bazen nesnelerden çok daha ağırdır. Bugün insanı yoran sadece yaşamak değil; nasıl yaşadığını sürekli sorgulamak zorunda kalmasıdır. Modern insan, bir yandan zihnindeki içsel monologların ağırlığı altında ezilirken, diğer yandan çevresine karşı “iyi”, “başarılı”, “mutlu” görünme çabasıyla tükenir. İşte bu çifte mesai — içsel ve dışsal olarak aynı anda ayakta kalma çabası — insanı bitap düşürür. Varoluşsal yalnızlık, sadece tek başına kalmak değildir; kalabalıkların içinde bile kendini taşıyamamaktır. İnsan günümüzde sadece “kendiyle” değil, başkalarının beklentileriyle de yaşar. Sosyal medya gibi dijital vitrinlerde sürekli bir performans hâlindeyiz. Herkes bir rol oynuyor, herkes güçlü görünmek zorunda. Ama maskenin altı kırgınlık, bastırılmış öfke, çözülmemiş yas ve yorgunlukla dolu. Kendini bırakmak tam da bu noktada ortaya çıkar. Bu, bir çöküş değil; bir duraksamadır. Bir pes ediş değil, belki de bir “dur” diyebilme cesaretidir. Freud’un “thanatos” dediği ölüm içgüdüsü, bu suskun kopuşu anlatır: artık bir şeyleri taşımak istememe hâli. Heidegger’in “kaygı” kavramı ise insanın, varoluşunun merkezinde bile kendini evinde hissedemediği o derin huzursuzluğa işaret eder. Ama bu sadece teorik bir sıkışma değil. Aynı zamanda çok insani, çok yorgun bir hâl. Çünkü günümüz insanı, sürekli kendini geliştirmek, anlam üretmek, doğru kararlar vermek, duygularını yönetmek zorunda hissediyor. Ve çoğu zaman bu yük, taşınabilir olmaktan çıkıyor. Duygusal yükler görünmezdir; ama tam da bu yüzden en ağır olanlardır. İnsan, içinde taşıdığı şeyin adını koyamadığında daha da yalnızlaşır. Bu yüzden kendini taşıyamamak, zayıflık değil; çağın kaçınılmaz bir belirtisidir. Herkes kendi hayatının hem kurbanı hem de mimarı olmaya zorlanıyor. Ve bazen en büyük direniş, her şeyi yapmaktan vazgeçip sadece “olmakta” ısrar etmektir.
+ Bazı satırlarınızda rahatsız edici bir samimiyet var. Kendinizi bu kadar açık etmek sizin için bir tür arınma mıydı yoksa cesaret gerektiren bir karar mı?
- İkisi de… Ama her şeyden önce bu bir etik pozisyondu. Çünkü görünürlüğün yüceltildiği bir çağda, samimiyet giderek hatırlanmaz bir şeye dönüştü. Gerçek duygular yerini estetikle paketlenmiş ifadelere, içtenlik ise kontrollü imaj yönetimlerine bıraktı. Oysa benim için samimiyet bir pazarlama stratejisi değil, bir duruştu. Evet, riskliydi. Açık olmak, savunmasız olmaktır ama iyileşme, yüzleşmenin gölgesinde büyür. Elbette her yazı bir tür arınmadır, ama o arınma, içsel yüzleşmeden önce cesaret ister. Çünkü yazmak, genellikle susulan, bastırılan, hatta “paylaşılmaz” denilen duyguları görünür kılar — ve o bölgeler, insanın üzerini örtemediği duygularla baş başa kaldığı yerdir. Bu kitapta kullandığım dil gösterişli değil; kabuk soyucu. Çünkü ben “iyi cümleler” kurmaktan çok, dürüst cümleler kurmaya çalıştım. İnsan kendini açtıkça, okuyucunun da kendisiyle yüzleşmesine alan açılır. Ama şunu da söylemeliyim: Aslında kendimi tam anlamıyla açık ettiğimi düşünmüyorum. Bu metinlerdeki anlatıcı ben olabilirim fakat açığa çıkardığım yalnızca içimdeki bir ses ve bu ses tüm benliğimi temsil etmiyor. Okur beni değil, kendi kırıklığını görsün isterim. Çünkü edebiyat, tüm yakınlığına rağmen bir mesafe sanatıdır. Anlatıcıyla okur arasında kurulan o kırılgan bağda, ne bütünüyle görünürsünüz ne de tamamen saklısınızdır. Bu mesafeyi bilinçli olarak koruyorum. Çünkü samimiyetin amacı açığa çıkarma değil, bir yüzleştirmedir. İnsan bazen ancak başkasının içtenliğinde, kendi suskunluğunu fark eder.
+ “Geçmeyen şeyler” arasında en çok neyi kabul etmekte zorlandınız? Bu kitap o zorluğu görünür kılma çabası mıydı?

- Bu kitap, çözüm odaklı bir anlatı değil. Daha çok bir “olma hâlini” kaydetme çabasıydı. Geçmeyen şeyler, aslında içimizde çözülmemiş kalan şeylerdir. Ben bu kitapla onları çözmeye değil, onlara alan açmaya çalıştım. Kabul, bazen çözümden daha zor çünkü kabullenmek “artık değiştiremem” demek. Ve bu fikir, insanın en çok direndiği yerdir. Kitap bu direnci görünür kıldı. Bir de zamanın her şeyi çözeceği yalanı. Bize hep “zamanla geçer” dediler ama bazı şeyler sadece biçim değiştiriyor, yok olmuyor. En zor kabul ettiğim şey; bazı acıların bir sonu olmadığını, sadece onunla birlikte yaşamayı öğrenmek gerektiğiydi. Modern dünya, her soruna çözüm bulmakla övünüyor. Ama bazı sorunlar çözülmez, sadece dile getirilir. Bu kitap, geçmeyen şeylerle barışmanın değil; onları fark edip adlandırmanın bir yoluydu
+ Aşk, yalnızlık, geçmiş, ölüm… Hepsi bir arada. Ama bunlar birbirine karıştığında, sence en çok hangi duygu galip gelir?
- Yalnızlık. Çünkü diğer tüm duygular geçebilir; yalnızlık ise varoluşun arka plan sesidir — susturulamaz. Aşk bitebilir, geçmiş silinebilir, ölüm bile bazen uzak bir olasılık gibi gelebilir. Ama yalnızlık içimizde hep konuşur. O sadece bir eksiklik değil, bir eşlik biçimi gibidir. Hegel’in diyalektiğinde olduğu gibi: her karşıtlık, yani her tez ve antitez, sonunda bir senteze ulaşır. Aşk ile kayıp, umut ile yas, başlangıç ile son... Hepsi bir noktada birbirini dengeler, dönüştürür. Ama yalnızlık bu denkleme dâhil değildir. Çünkü yalnızlık bir çelişki değil, bir sabitedir. Karşıtı yoktur ki dönüşsün. Bu yüzden sentezlenemez. Yalnızlık, geçici bir duygu değil; insan olmanın özünde duran sessiz bir eşliktir. Hem başlangıçtır hem sonuç. Belki de bu yüzden, bütün duygular arasında en sessizi ama en kalıcı olan odur. İçimizde yankılanan ama asla cevaplanmayan bir soruya benzer. Gitmez. Geçmez. Ama şekil değiştirir. Ve çoğu zaman, bir sessizlik örtüsü gibi, tüm duyguların üzerine serilir.
+ Yazarken okuru ne kadar düşündünüz? Yoksa bu kitap önce kendinize yazılmış bir mektup muydu?
- Bu kitap bir dışavurum değil, bir içe dönüş süreciydi. Fakat yazarken fark ettim ki, kişisel olan her şey, yeterince derinleştikçe evrenselleşiyor. Belki bu yüzden metin, kolektif bir ayna hâline geldi. Evet, okuru da düşündüm. Ama onu memnun etmek, “etkilemek” ya da “ikna etmek” için değil. Aynı karanlıkta aynı şeyi hisseden birine “Ben de buradayım,” diyebilmek, onunla aynı yerde nefes alabilmek için. Bu kitap bir çağrı değil, bir yankıydı: “Orada mısın?” sorusunun sayfalardaki hâli. O yüzden her satırda biraz ben varım, ama daha çok “biz” var. Ve belki de en çok, kimseye ait olmayan o tuhaf ortaklık: susanların dili, söyleyemeyenlerin sesi.
+ Bu kadar içerden bir kitap yazdıktan sonra dışarıda kalmak nasıl bir his? Bu kitabı okuyanların sizi 'tam anlamıyla tanıdığını' hissetmek rahatsız edici mi, yoksa rahatlatıcı mı?
- İkisinin arasında ince bir çizgi var. Çünkü “tam anlamıyla tanınmak” aslında bir illüzyon. Kitaptaki ben, zamansal bir fragman; bir ruh hâlinin izdüşümü. Yani o satırlarda görünen benlik, tüm hâllerimin bir toplamı değil. Dolayısıyla beni tanıdıklarını düşünenler, aslında kendilerini buldukları yerden sesimi duymuş olabilir. Belki de sadece aynı yerden acı çekmişizdir. Bu da bana rahatsızlık değil; tam tersine bir tür duygudaşlık sağlıyor. Çünkü ben okurun beni anlamasını değil, kendiyle karşılaşmasını istedim. Metnin içinde gezinen anlatıcı benim içimden geçenleri söylüyor, soruyor ya da yorumluyor, evet — ama o, tamamen ben değilim. Kitaptaki “ben”, geçici bir duygunun edebiyata düşmüş izidir. Bu fark, beni koruyan bir alan… Yani kitapta ne kadar içten olursam olayım, o içtenlik bütünüyle bana ait değil. Tüm benliğimin haritası değil; sadece bir kıyısıdır. Okurla aramda görünmeyen ama bilinçli bir mesafe var. Bazen biri 'Seni o kadar iyi anladım ki,' dediğinde, içimden şöyle geçiyor: Belki de o anladığın kişi, aslında senin de sustuğun biri. Ve bu beni rahatsız etmiyor. Çünkü edebiyat tam da böyle bir şey: Kimi zaman başka birinin cümlesinde kendi sessizliğini duymak...
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!