Güneş Altunkaş ile İçli, Yürekli, Dobra Bir Sohbet
“Susarak büyüyen herkes bu kitabın bir yerindedir.”
Güneş Altunkaş ile “İstanbul’un Kalbindeki Ejder” Üzerine
— Bu söyleşi bir röportaj değil, iki insanın iç sesi arasında kurulmuş ince bir köprü.
Bazı insanlar vardır; bir şeyi anlatmadan da ne demek istediklerini duyarsın. Güneş de onlardan. Cümleleriyle değil, boşluklarıyla konuşur. İçinde susan ne varsa öyle güzel taşır ki… sen onun sessizliğinde kendi sesini duyarsın.
Biz Güneş’le dostluğu biraz başka yerden kurduk. Onun ne yazdığı değil, nasıl yaşadığıyla ilgilendim ben hep. Çünkü o cümlelerini yayınevine değil, insanlara teslim edenlerden. Çocuklara burs veriyor mesela, ama bunu broşüre bastırmıyor. Yazıyor, yazıyor, sonra gidiyor bir çocuğun yolunu açıyor. Ama kalkıp da bununla kendine “yazar” payesi biçmiyor. İşte o yüzden Güneş sadece yazmıyor; yaşıyor, taşıyor, susuyor, sonra bir gün yazıyor.
İstanbul’un Kalbindeki Ejder ise suskunlukla yazılmış bir metin. Çığlık atmıyor. Ama okuyunca için zonkluyor. Çünkü karakterin kilosu değil, kalbi ağır. Çünkü anlatılan ev bir yalı değil, bir tür tabut. Ve çünkü o kız çocuğu aslında hepimizin bir parçası. Birinin anne babası suskundu, birinin kendi sesi… birinin de bedeni hiç savunulmadı.
O yüzden bu kitap bir hikâye değil, bir yüzleşme. Ve ben de bu satırları yazarken onu bir yazar olarak değil, çok sevdiğim bir dostum olarak görüyorum. Çünkü bazen birinin yazdıkları değil, neden yazdığı önemli olur. Güneş için bu kitap, kelimelerden değil, yara izlerinden yapılmış bir şey. Ve biz onunla bu kez, yazının değil, yaranın içine oturduk.
Derken bir noktada, ne zaman başladığımızı bile hatırlamadığımız o sohbetin içinde kendimizi şu cümlede bulduk:
“Hazırsan biraz içini deşeceğim.”
Ve Güneş gülümsedi. “De bakalım,” dedi. “Sen sor, ben artık hiçbir şeyi saklamam.”
+ Bu kitap yazılırken en çok neyi susturamadın? Kalem mi önce geldi, öfke mi? Bunu sormam gerekiyordu. Çünkü sayfaları çevirirken cümlelerden çok susturulamamış duygular konuşuyordu. Güneş’e sordum. O da susturmadı.

- Kalem mi, öfke mi? Diyelim ki öfke önce geldi. Ama bu öfke dediğin şey öyle bağıran, yakan, yıkan türden asla değil. Bu, içten içe pas tutmuş artık canını acıtan kelimelerle bile tarif edilmesi oldukça zor, garip bir şey. Kalem dediğin hep geç gelir zaten. Çünkü onu çağırmak için önce fark etmen, önce başkalarını sonra kendini dinlemen gerekir. İnsanların içindeki o sessiz çığlıkları bulup deşip otopsisini de yaptıktan sonra bu sefer huzura kavuşturup bir kez daha gömmen ve üzerlerine kelimelerle birer de taş koyman gibi bir sıralama var aslında. Belki de ben bu yüzden yazarken değil, yazmadan önce çok yoruluyorum. Roman boyunca hiç susturamadığım şey, kahramanlarımın geçmişinin derin yankısıydı. O yankı bazen gelir boğazına düğüm olur, bazen bir pencere kenarına konan bir kuş, bazen de içinde ihmal ettiğin çocuğun sessizliği olurdu.
+ Karakterin adı İstanbul. Ama sanki şehir onun içinde yaşıyor. Bu isim bir ağırlık mıydı senin için, yoksa bir intikam biçimi mi?
Bunu yazan biri, “şehir metaforu” yapmıyor. Bu bir metafor değil çünkü. Bu doğrudan içimizde bir yerlerde yaşayan, ama hiç konuşamayan bir İstanbul’un romanı.
- İstanbul hepimizin içinde değil mi? Bu sadece bir isim değil bu romanda; aslında ağır bir yük. Birinin doğduğu, sırtında taşıdığı, asla kurtulamadığı bir geçmiş gibi. Karakterimin adı İstanbul çünkü bana göre o kız çocuğu, bu şehirde kaybolmuş binlerce çocuğun toplamı. Görünürde bambaşka bir hayat yaşayıp, tüm olanaklara sahip olsa da içten içe hep o hiç tanımadığı, bilmediği mahalle aralarında büyüyen, göz önünde ama görünmeyen, sesi çıkan ama duyulmayan ya da zorla susturulmuş çocukların adı. Aslında ben bu ismi bir metafor olsun diye özellikle koymadım. Aksine, şehirle karakter arasında bir hesaplaşma olsun istedim. Bu ismi vermemin nedeni bir tür intikam değil ama açık bir yüzleşme gibi. Çünkü İstanbul şehri o kızın içinde yaşıyor; yalnızlığıyla, kalabalığıyla, korkularıyla, üzerine sinmiş suskunluğuyla...
Yaşadığı yalı da onun bedeni gibi: dışarıdan bakınca ihtişamlı, ama içine girince soğuk, karanlık, nefes almanın bile zor olduğu, paha biçilemez türden. Bana kalırsa karakterin adı sadece İstanbul değil, onun sesi bile İstanbul. Çünkü bazen bir şehrin kendisi bir travmadır. Ve o travmanın içinden geçmek için karakterinin başına ne gelirse gelsin sağlam bir ad vermen gerekirdi o da İstanbul oldu ve ona çok yakıştı.
+ “Yemek yemek benim intihar yöntemim.” Bu cümle sadece karakterin değil, senin de yüzleşmen mi? Bazı cümleler vardır… okurken değil, kapattıktan sonra çalışmaya başlar içimizde. Bu da onlardan. Ona dedim ki: “Sen bu satırı yazarken kiminle konuşuyordun?”

- Bu cümle benim kalemime ait olsa da, içime değil; bu sadece İstanbul’un.
Evet, bir akrabalık bağımız var çünkü İstanbul’u ben dünyaya getirdim. Bir nevi annesiyim, değil mi? Kitap karakteri deyip geçmemek lazım. Çünkü bir yazar, okura vermek istese de istemese de, karakterinin tüm geçmişini ve tüm geleceğini, bir örümceğin ağını ince ince işlediği gibi yaratır.
Yemek yemek burada doymak için değil; yavaş yavaş silinmek için var. İstanbul kendini yok etmek isterken, mutlu da olmak istiyor. Çocuk aklıyla kurduğu bu “sessiz” intihar yöntemi onun bu dünyadaki kaldığı süre içindeki tek teselli gibi.
Obez bir bedene sahip ama taşıdığı şey sadece fiziksel ağırlık değil; bastırılmışlık, görülmemişlik, duyulmamışlık. Onun derdi görünmek değil, tamamen kaybolmak. Ne zaman yemek yese bir parça mutlu oluyor, sonra sessizleşiyor. Sonra bir adım daha uzaklaşıyor hayattan, sonra yine biraz mutlu oluyor. Bu kısır döngü onun hayatta kalma biçimi değil; yavaşça hayattan gitme biçimi.
Benim için bu satır sadece karakterimin intiharını anlatmıyor; onun travmatik geçmişinin bedene dönüşmüş kısa bir anlatısı gibi.
Yazar olarak benim görevim onu yargılamak değil; onun iç sesini herkesin duyabileceği bir dile dönüştürmekti. İstanbul bu dünyada yok sayılmış, sesi susturulmuş bir kız çocuğu. Ve o cümle, onun için yazılmış bir ağıt aslında.
Ben sadece İstanbul’a değil, İstanbul gibi olanlara da kalemimden döküldüğünce ses olmaya çalıştım.
Çünkü bir yazar, her karakterinin acısını taşıyamaz; ama onlara bir dünya kurup kelimelerle aracı olur.
+ Elif romanın en gerçek kişisi gibi. Ama biraz da senin iç sesin gibi. Elif’in kim olduğunu gerçekten söyleyebilecek misin bize?
Çünkü bazen bir karakter, sadece karakter değildir. Bir yazarın vicdanı, geçmişi, belki de keşke’sidir. Elif de öyle geldi bana. Güneş bir an sustu, sonra hafifçe başını salladı. “Olabilir,” dedi. “Kimse sormamıştı bunu.”
- Elif, çok acayip kız. Huyunu suyunu bana benzettin değil mi? Karakterler arasında bir tek Elif’i yaratmadım desem doğru olur. Sanki yıllardır içimde bir yerlerde yaşıyordu da bir gün beni de “artık yaz” dedi. Tam olarak ben değilim ama bana çok yakın biri. O da benim gibi hastalık derecesinde bir hiper empat. Bu durum tam olarak zararlı mı yararlı mı ben de henüz çözebilmiş değilim. Kendimi anlatırken ne kadar zorlanıyorsam onun da kim olduğunu konuşarak anlatmam gerçekten zor. Çünkü Elif, tek bir kişiden ibaret değil. Bazen bir çocuğun utangaç bakışı, bazen suskun bir kadının sesli direnişi, bazen sabır taşı, ama son sınır aşıldığında artık tutulması oldukça zor biri.
Elif’i yazarken düşündüğüm tek şey tamamen “gerçek” olması değildi. Onun bir yerlerde bir vicdan gibi varlık göstermesiydi. Elif benden bile cesur desem az demiş olurum. Ama şunu bil ki Elif, bir kurgu değil. O, gerçekliğin ta kendisi. Ve onu tanımak için romanı okumanız yetmez. Bazen kendinize biraz kulak vermeniz gerekir. Çünkü Elif, aslında hepimizin içinden geçen o kısa ama sarsıcı cümleyi sesli söyletiyor. Herkesin sıklıkla kullandığı “Ben de bir zamanlar öyleydim.” cümlesini...
+ Kitaptaki yalı, dışarıdan lüks; içeriden mezar. Bu metafor senin hayatında neye denk geliyor? Bizim gibi ülkelerde hiçbir ev göründüğü gibi değil. Kimse oturma odasında ağlamıyor çünkü. Hep duvar arkasında, hep başkası duymadan. O yüzden bu soruyu biraz içini kanata kanata sordum.

- Yalı, bu romanda sadece bir mekân değil aslında. Bir tür beden. İstanbul’un içinde yalnız kaldığı bir gövde gibi. Dışarıdan bakınca her şey pırıl pırıl. Tarihi bir yalı düşünün. Kendisi gibi manzarası da paha biçilemez. Ama içine girince nefes bile almakta zorlanıyorsun ve zaman hiç akmıyor. Çünkü orada yaşanan hiçbir şey, dışarıdan görünene benzemiyor.
Bunun bende karşılığı çok net: “Görünene aldanan insanlar.”
Hepimizin böyle bir dönemi olmadı mı? Olmadı diyen zaten yalan söylüyordur. Dışarıdan güçlü, başarılı, mutlu, hatta şanslı görünen ama içinde sessiz sedasız savaşlar veren insanlar olmadık mı?
Ben yalıyı yazarken aslında bir yapı değil, bastırılmış duygularla kapatılmış bir alan hayal ettim. Bu yüzden hikayede, hem İstanbul’un evi hem de onun mezarı gibi.
Malum insanlar ışığa bakmayı çok seviyor. Ama karanlıkla nedense kimse ilgilenmiyor. Hangi duvarın arkasında neler yaşanıyor, kimse bilmiyor. Hikayedeki yalı benim için “bak ama görme” denen o ezberlenmiş saçma halin ta kendisini hatırlatıyor. İşte böyle her güzel gözükenin önünden geçerken keşke denmez. Çünkü içeride yaşananlar bazen ağır ve içinden çıkılmaz gelebilir.
+ Bu kitapla birlikte ‘kadın bedeni’ ilk kez bir roman karakterinde bir direniş alanı olarak görünüyor. Bu kadar içeriden yazmak seni yordu mu?
Çünkü Güneş bunu “kadınlık anlatısı” gibi sunmamış. Bu kitapta beden sadece kadın olmakla ilgili değil. Görünmeyen olmakla ilgili. O yüzden cesaret değil bu, yorgunluk. Ben de ona bunu sordum: Cesur musun, yoksa çok mu yorgunsun?
- Kadının muhteşem bir varlık olduğunu hatırlatmak için uzun uzun cümleler kurmama gerek yok diye düşünüyorum. Beni yoran, bir kadının bedenini anlatmak değil, o bedeni herkesin baktığı ama kimsenin gerçekten görmediği bir yerden anlatmaya çalışmaktı. Çünkü İstanbul’un bedeni asla bir vitrin değil. O bana göre bir yalıya kapatılmış bir masal kahramanı. Onun zihni adeta bir arşiv. Suskunlukların, hayal kırıklıklarının, görülmemenin, dokunulmamanın, duyulmamanın artık kenara itilip yok sayılmış ne aklınıza geliyorsa onların gülücükler arasına sıkışmış bir arşivi.
Ben bu romanı yazarken üst seviye cesur olmak gibi bir hedefim ya da niyetim yoktu. Çünkü bana kalırsa bazı şeyleri yazmak sadece cesaret gerektirmez, öncesinde mecburiyet gerektirir.
Yazarken, kadın bedeni üzerinden değil, görülmeyen konuşulmayan duyulmayan üzerinden yürüdüm.Yani mesele cinsiyet değil; yok sayılıp susturulmuşluktu. O yüzden bu soruya cevabım net: Ben bu kitabı yazarken çok ama çok yorgundum.
Zihnimde bir karakter yaratıp aylarca sessizce onunla oturup, onunla birlikte günlerimi geçirip, yeri geldiğinde onunla kahkaha atıp, onunla acı çekip, sonra onun adına yazmak bu sadece cesaret işi zaten olamaz. Bu bir tür yas tutma hali gibi. Ben sadece İstanbul’un bedenini değil, sesi kesilmiş binlerce insanın da iç sesiyle temas ettim. Malum yorulmadan bu hayatta hiçbir şey olmuyor.
+ Anlatıcının en büyük korkusu, ‘bir gün biri gelir ve beni gerçekten anlar’ korkusu gibi. Sen hiç anlaşıldığını hissettin mi? Sustum. O da sustu. Sonra “bir kez oldu” dedi. Gözlerini kaçırdı. “Ama sonra o da gitti.”

- Anlatıcı yani İstanbul için en büyük korku anlaşılmak. Anlaşılmak öyle yüce bir şey değil her zaman; bazen seni en çıplak, en korunmasız hâlinle yakalayan bir ayna gibi. Ve bu aynaya malum herkes bakamaz. Baksa da taşıyamaz. Roman karakterimin bu korkusu derin. Çünkü biri onu gerçekten anlarsa, artık saklanabileceği hiçbir yeri kalmayacak. Bu yüzden bedenini büyütüp bir zırh gibi taşıyor.
Ben İstanbul gibi değilim. O, var olmak değil zaten kaybolmak istiyor. Ben bir keresinde gerçek hayatta önce anlamak sonra anlaşılmak için aynı hikayenin içinde büyük bir sabırla kaldım. Ama bir gün baktım ki karşı taraf anlaşılmak isterken asla anlamak istemiyor. Şunu fark ettim ki her şey, herkesin anlayabileceği kadar basit değil. Benim için mesele sadece anlaşılmak değil. Sağlıklı bir zihin tarafından doğru bir iletişim içerisinde doğru anlaşılabilmek. Sonuç olarak benim kimseye bir borcum yok olamaz da. Sağlıklı bir insan anlamak için çaba gösterirken anlaşılmadığı bir yerde zaten var olamaz, duramaz.
+ Yazdığın her kitap çocuklara burs oluyor. Hiç kendin için bir şey istedin mi bu hayattan?
Güneş başkasına iyi geldikçe rahatlayan insanlardan. Ama bazen insanın kendi için de bir dileği olur. Dedim ki, bir tane dilek tut, ama kendin için.
- Ben aslında baba geleneğini sürdürüyorum. Rahmetli babam Kemal Bey, kız ya da erkek fark etmeksizin yüzlerce çocuğa burs veren onların meslek edinmesi için elinden ne geliyorsa yapan muhteşem biriydi. Hatta cenazesinde hiç tanımadığımız insanlar yanımıza gelip onun yaptığı iyilikleri anlattığında bizim yanaklarımız kızarmıştı. Biz ailece paylaşmayı çok seven, paylaştıkça da çok mutlu olan ama asla minnet beklemeyen insanlarız. Bu yüzden benim için iyilik, bir bağış kutusu asla olmadı. Çocukların eğitimine katkı sağlarken babamdan öğrendiğim gibi bunu da ahlaklıca, onları rencide etmeden yapıyorum. Bir çocuğun gözlerindeki güven duygusuna katkı sağlayacakcam bunu da erdemli ve kuralına göre yapmalıyım ki bu iyilik olsun. Kitaplardan gelen her kuruşla birinin yoluna bir taş daha koyabiliyorsam, kendimi daha doğru bir yerde hissedip babamın kızıyım diyebiliyorum. Tabi ki kendim için de dileklerim var. Zaten doğum günlerimde mumları üflemeden önce uzun süre dilek tutmamla meşhurumdur. Ama dileklerimi paylaşamam☺
+ Bu kitapta her şeyin bir bedeli var. Sence yazmanın bedeli neydi? Ne verdin ne kaldı geriye? Bu soruda biraz sustu. Çünkü bence en çok burada yoruldu. Belki de en çok yazarken değil, sustuktan sonra yandı.

- Yazmanın bedeli sadece kişisel bir yorgunluk değil, toplumsal bir taşıyıcılık aslında. Çünkü bir yazarsan, sadece kendi hikâyeni değil, başkalarının susturulmuş seslerini de duyarsın. Ve bazen o sesleri çığlıkları taşıyabilmek, bir dağın eteğinde tek başına yaşamak gibidir. Bu romanı yazarken, yıllarca sesini çıkaramamış, çıkarınca da kimsenin duymadığı onca insanın yükünü sırtımda hissettim. Toplum bu insanlara genelde sadece baktı görmedi dinlemedi ve anlamadı çünkü istemedi. Üstelik bazıları sırf bu yüzden utandı, sustu, köşeye çekildi. İşte ben o köşeye çekilen sesler için günlerce masa başına oturup yazdım. Çünkü gerçek hayatta çoğu zaman adalet olmuyor. Oysa bir romanda, bir paragrafta, bir karakterde bir denge kurabiliyorsun. Ben de bu yazdığım kitapla içimdeki hiç eksilmeyen o büyük adalet duygusuna daha geniş ve daha inançlı bir alan açtım.
Yoruldum evet. Hem de çok yoruldum. Ama değdi. Çünkü eğer bir kişi bile bu kitabı okurken kendi yaşadıklarını hatırlayıp “yalnız değilim ve yeniden başlayabilirim” dediyse, bu benim için yeterli. Bilemeyiz belki bu roman birilerinin sesine yankı olmuştur. Belki birilerinin boğazındaki düğümü çözmesine yardım etmiştir. O zaman bedeli ne olursa olsun, yazmaya değer.
+ Son soru: İçindeki ejder şimdi ne yapıyor? Uyudu mu, yoksa hâlâ seni uyanık mı tutuyor?
“Hiç uyumadı ki,” dedi. “Sadece bazen derine indi. Yazarken geri geliyor.”
- Ejder hep uyanık o hiç uyumaz ki. İstanbul uyur ama Ejder asla uyumaz. İstanbul ve Ejder’in hikayesini yazarken anladım ki bazen susan karakterin sessizliği, yazarın kendi sesinden daha yüksek çıkabiliyor. İstanbul'un kahkaları arasına gizlenmiş sessiz çığlıkları, Ejder’in yüksek halleri beni bile bastırdı desem abartmamış olurum. Bir yazar olarak her romanımda başka bir şey öğreniyorum. Acele etmeden, kırmadan, yargılamadan tüm karakterlerimin iç sesini dinleyerek hikâyenin vurucu finalini beklemeyi, kendi ritminde akmasına izin vermeyi sabırla beklemek zaten paha biçilemez bir duygu.Ve her romanımı bitirdiğimde artık aynı yazar değildim diyorum.
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!