Halep’ten Şam’a: Savaşın Gölgesinde Bir Ülkenin Yeniden Doğuşu
Halep Havalimanı’na indiğimizde ses önce uzaktan geldi: davul zurnanın üstüne karışan tezahüratlar, çocuk çığlıkları, bavul tekerleklerinin kalabalık zemine sürtünmesi… Bizi beklemiyorlardı; yıllardır görmedikleri akrabalarını, dava arkadaşlarını bekliyorlardı. Yolda tanıştığım Yousef İskoçya’dan gelmişti, ablası Avustralya’dan; on yıl sonra kavuşmuşlardı. Sarılışların, gözyaşlarının arasından bir cümle geçti içimden: İnsan ülkesine sevdiklerine sarılarak döner.
Ama şehir… Güzelim Halep, hâlâ yanık bir sayfa.

2012–2016 arasındaki kuşatma şehrin üçte birini yerle bir etmiş; Eski Şehir’in taş hanları ve medreseleri hâlâ küllerinden doğrulmaya çalışıyor. 11. yüzyıldan kalma Ulu Cami minaresi yıkılmış; restorasyon iskeleleri göğe uzanıyor. Bu tahribat, 21. yüzyılın en yıkıcı kent savaşlarından birinin izleri; tarih taşlarda, boşluklarda konuşuyor. Kuzey mahallelerinde, Şeyh Maksud ve Eşrefiye’de, SDF bağlantılı yerel unsurların kontrolü sürüyor; zaman zaman gerilen hatlar kısa süre önce yeniden çatışmaya dönünce ülke genelinde bir “tam ateşkes” ilan edildi. Sokakta ise gündelik hayat, tüm kırılganlığıyla akmaya çalışıyor.
El Şam Üniversitesinden eski öğrencim Salahuddin’in ailesi bizi kahvaltıya buyur etti. Savaşın en sert yıllarında Türkiye’ye sığınıp geri dönmüşler. Masada makdus, Halep peyniri, zeytin, zahter; dilde Antep’te, Urfa’da, Adana’da bırakılan arkadaşların isimleri. Türkçeleri pırıl pırıl olan çocuklar “okul ne olacak?” diye soruyor. Barınmanın bile tam oturmadığı bir şehirde eğitim hâlâ en sancılı mevzu. Aralarında Adana LGS birincisi Hasan var; gözündeki ışık, yitirilen yılların telafisini soruyor.
Azez yoluna düşünce manzara yavaşça değişiyor. Türkiye’nin kontrolündeki bölgeye yaklaştıkça, yol kenarındaki molozların yerini asfalt alıyor; elektrik, su, sağlık hizmetleri düzenli işliyor. Yerel idarelerin ve sivil kuruluşların (özellikle İHH’nın) kurduğu yeni yapılar dikkat çekiyor; El Şam Üniversitesinin kampüsünde bugün 2.500 öğrenci var, çadırlardan üniversitelere uzanan bir yeniden başlama hikâyesi.
Halep’e dönerken Emevi Camii’ne uğruyoruz.

Yara almış kubbeler, isli duvarlar, ama hâlâ ayakta. Yanındaki kervansarayda kahve molası; ardından kale. Türkçe konuştuğumuzu duyanlar yaklaşıyor; her sarılışta iki şehir, iki hayat birbirine değiyor. Bu ülkede “kardeşlik” kelimesi süsten ibaret değil; bazen bir kapı açılıyor, bazen bir bardak çay uzatılıyor.
Sabah erken İdlib’e doğru yola çıkıyoruz. Bu topraklar iç savaşın en karmaşık sahnesiydi; uzunca bir süredir muhaliflerin elindeki bölgede 2020’deki ateşkesten bu yana göreli bir istikrar var. Ama asıl göze çarpan, nüfusun savaş boyunca iki katına yaklaşmış olması: Yaklaşık üç milyonluk vilayette, neredeyse iki milyon kişi yerinden edilmiş durumda. Pazarda taze sebze, baharat kokusu; bir sokağın köşesinde hızla boyanmış tabelalar, yeni açılmış küçük bir müze. Bir öğretmen kulağıma eğilip “Çocuklarımız artık bombalardan değil, kitaplardan konuşsun,” diyor.
İdlib yolunda bir Türk bayrağı görüp duruyoruz. Kapıdaki nöbetçiye kendimizi tanıtınca içeri davet ediyor. Askerlik yaparken aşina olduğumuz üçü bir arada kahveler geliyor, kısa bir muhabbet ve gurbet kokusu. Türkiye’nin burada yalnızca güvenlik değil, bir “geri dönme ihtimali” duygusunu da temsil ettiğini, askerin gülümsemesinde anlıyorum.
Lazkiye’ye vardığımızda Akdeniz’in tuzu ile kahve kokusu birbirine karışıyor. Sahilde taş sektiren çocuklar, apartmanların arasından fışkıran Roma kalıntıları… Bir kilise avlusunda denk geldiğimiz Samandağlı bir Ermeni kardeşimizle sohbet koyulaşıyor. Eski rejim döneminde adını işkenceyle duyduğumuz bir “muhaberat” karakolunda bu kez yemek yiyip çay içiyoruz. Türkiye’de on yıl çalışıp geri dönen polis memuru “Maraş’ta evimiz depremde yıkıldı; burada yeniden kurduk,” diyor. İnsan ilişkilerinin siyasetin gürültüsünü bastırdığı anlar bunlar.
Tartus’ta savaşın gölgesi iyice soluk.

Geniş meydan, Haçlılardan kalma görkemli katedral, sahilde balık lokantaları… Ekonomide ülke genelindeki sıkıntı belirgin: 2011’den bu yana milli gelir üçte iki oranında erimiş; aşırı yoksulluk, deprem ve savaşın mirası olarak hafızaya kazınmış. Geçen kış kamu maaşlarına yüzde 400’lük artış yapıldı ama alım gücündeki yaralar bir kararla kapanmıyor. Sokakta aldığımız mesaj kısa: “Artık yeter, çocuklar savaşsız büyüsün.”
Homs’a girince sessizlik yumruk gibi. Halid bin Velid Camii’ne giden yolda mahalleler, sokaklar yok; kâğıttan bir şehir nasıl buruşturulup çöpe atıldıysa işte öyle. İnsanlar enkazların arasında çay demliyor, taşın üstüne oturup gün batımını izliyor. Savaşı tarif etmeye kelime yetmediği yerde, tek cümle kalıyor: Savaş çok kötü.
Son durak Şam. Ülkede yeni dönemin ilk parlamento seçimleri yapıldı; açıklanan sonuçlar, 210 sandalyenin yaklaşık üçte ikisinin dolduğu ve kalan kısmın başkan tarafından atanacağı bir geçiş mimarisine işaret ediyor. Doluluk oranı kadar temsil niteliği de tartışmalı: 119 seçilmiş üyenin ezici çoğunluğu erkek; kadınlar yalnızca yüzde dördünü, Hristiyanlar yalnızca iki koltuğu bulabildi. Kürt bölgeleri ve Süveyda’da oylama ertelendi; takvim belirsiz. Roma sütunlarının gölgesinden Emevi Camii’ne yürürken şehir, yorgun bir sükûnetle “devam” diyor. Kapıdaki polis “İstanbul’dan yeni döndüm, hoş geldiniz,” diye gülümsüyor. Aynı gün, Halep’te SDF’yle yaşanan gerilim ateşkesle bastırılıyor; sarsıntılar sürse de ülke, yıllar sonra ilk kez, adım adım siyaset konuşuyor.
Kasyun Dağı’na çıktığımızda akşam güneşi Şam’ın üstüne iniyor. “Ağabey, Türkiye’den misiniz?” diye seslenen genç, on yılını Oğuzeli’nde geçirmiş. Bir fotoğraf çektiriyoruz. Vedalaşırken ağzımdan kendiliğinden dökülüyor: “Allah’a emanet ol.”
Dört günün sonunda şunu söyleyebilirim: Suriye, yıkılmış şehirlerin ve yeniden kurulan dostlukların ülkesi.

İnsanlar savaşın içinden geçip hâlâ gülümseyebiliyorsa, orada umut vardır. Ama “dönüş” meselesi, tek bir duyguyla açıklanamayacak kadar karmaşık:
Türkiye’de tutunmuş olanlar (iş kurmuş, müşteri ağı oluşturmuş, yatırımı olanlar) ekonomik düzenlerini riske atmak istemiyor. Çocuklarını Türk eğitim sistemine entegre eden aileler, bu sürekliliği bölmekten çekiniyor. Öte yandan Suriye’de hâlâ pek çok yerde altyapı eksik; güvenlik kırılgan, siyasi süreç tamamlanmadı. Bu koşullar geri dönüşü erteliyor.
Dönmeyi seçenlerde ise aidiyet duygusu başı çekiyor: “Kendi evim, kendi sokağım” diyenler, Türkiye’de tutunamayanlar, hayat pahalılığına ve barınma krizine direnemeyenler, akrabalık bağlarını koparmak istemeyenler. Deprem gibi zorunlu nedenlerle dönenler de az değil. Ülke içinde ve sınır ötesinden dönüşler hızlanmış durumda; Aralık 2024’ten bu yana yüz binlerce kişi evine dönmüş. Ama dönenleri barınma sorunu, ekonomik zorluklar ve hatta çatışma sonrası travmalar, toplumsal kırılmalar, gerginlikler bekliyor.
Bu yüzden Suriye’ye bakarken tek bir fotoğrafa takılıp kalmamak gerekiyor. Aynı karede, enkazın dibinde çay demleyen bir aile de var; sahilde kahve içip çocuklarını okula hazırlayan bir anne baba da. Aynı günde, Şam’da meclis önünden yürüyüp Emevi Camii’nde dua edenler de var; Jober’de hâlâ taş taş üstünde kalmayan sokaklar da.
Yol bittiğinde aklımda şu cümle kaldı: Tez zamanda ayağa kalksın Suriye. Ve bu kardeşlik sözde değil, kalpte baki kalsın.
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!