Küllerinden Yeniden Doğan Star: Cenk Yüksel
Cenk Yüksel’i nasıl anlatmak lazım bilemedim. 10 Parmağında 10 marifet desem parmaklar yetmeyecek biliyorum. Onu ilk 2004 senesinde Akademi Türkiye yarışmasıyla tanıdık. Açıkçası o zamanlar o yarışmada ne kadar farklı olduğu diğer yarışmacılarla kıyaslandığında zaten belli oluyordu eğitiminden, konuşmalarından ve sesinden. Lakin bugün kendini getirdiği noktayı hiçbirimiz tahmin edemezdik kabul etmek gerekirse. Onu Kâh albümleriyle, kâh çektiği bir filmle, kâh çok satanlara giren kişisel gelişim kitabıyla, kâh sosyal sorumluluk projeleriyle, kâh akademisyenliği ya da sahnede çok başarılı olan bir müzikli Stand up gösterisi yaparken görmek mümkün oluyor. Tüm bu detaylara rağmen yine de en mütevazı tavrıyla kendini bu kadar ön planda işler yapıyor olmasına rağmen bir yandan da geri planda tutmayı başarıyor. Lafı fazla uzatmadan ben direkt kendisine Akademi Türkiye’den bu yana bugünkü Cenk Yüksel’i soruyorum ve sizlere de aktarıyorum. Buyurun röportajımıza.
+Cenk, seni ilk olarak Akademi Türkiye ile tanıdık. Bugün baktığımızda ise, o dönemde başlayan yarışmalardan gelip sanat hayatına istikrarlı bir şekilde devam eden tek isim sensin. Yarışma süreci ve sonrasında yaşadığın gelişmeleri bizimle paylaşır mısın?

-Evet, Akademi Türkiye, bu tarz yarışmaların yeni başladığı bir dönemdi. Armağan Çağlayan’ın jüriliğini ve yapımcılığını üstlendiği ilk Popstar yarışması vardı o dönemlerde sadece ve açıkçası, konservatuvarın şan bölümünde okuyan biri olarak böyle bir yarışmaya katılmak kariyer hedefim değildi. O dönem Verdi Konservatuvarı’ndan bir burs kazanmıştım ve Türkiye’de sınav vererek counter tenor ses olarak eğitim almaya hak kazanan ilk kişi olmuştum. Hedefim, kariyerime yurtdışında devam etmekti.
Ama nasıl olduysa oldu ve kendimi Akademi Türkiye'de buldum. Hoş! Verdi Konservatuvarı'na gitseydim, belki bir Türk olarak kariyerimden ülkemizde kimsenin haberi olmayacaktı; ama Akademi Türkiye sayesinde, Türkiye’nin ilk counter tenor ses sanatçısı unvanını kazanmış oldum.
Tabii bunda en büyük pay, yarışmaya katılmam konusunda ısrarcı olan ve benim başarılı olacağıma yürekten inanan iki isme ait: biri rahmetli Meral Okay, diğeri ise Sinevizyon Medya’nın genel müdürü sevgili Pelin Akat. İkisine de sonsuz teşekkür borçluyum; üzerimde emekleri çok büyük.
+Evet, hatırlıyorum. O dönem 3,5-4 oktav aralığında bir sesin olduğu söyleniyordu ve hem kadın hem erkek sesleriyle performanslar sergiliyordun. Peki, senden önce Türkiye’de hiç counter tenor yok muydu?
-Mutlaka vardır, ama ya sesinin counter tenor olduğunu keşfedememiştir, ya kendini tanıtma şansı olmamıştır, ya da bu konuda eğitimi yoktur; sadece bu sesleri eğitim almadan çıkarmaya çalışıyordur. Fakat ülkemizde resmi kayıtlarda, konservatuvarda sınav vererek counter tenor eğitimi almaya hak kazanan ve dahası bu sesi Türkiye’de kullanarak ünlenen ilk kişi olarak insanlar beni tanıdılar.
Sonrasında bu sesi sahnelerinde veya şarkılarında kullanan başka isimler de oldu. Fakat işin komik yanı, insanlar “nasılsa kimse anlamıyor” diye ya 7-8 oktav sesleri olduğunu söylüyorlar, ya da başka akıl almaz şeyler savuruyorlar ortalığa. Bu konuyla ilgili viral olan bir Instagram videom da var. Orada anlatıyorum: İnsan sesi maksimum 4-4,5 oktav aralığındadır diye. Aman Allah'ım, görmelisin; herkes birbirine girdi. Bana “sen ne biliyorsun” diye ders vermeye kalkışanlar bile oldu.
Ama genel olarak ülkemizde böyle bir durum var. Bu işin hem eğitimini almış hem de eğitmeni olan biri olarak, eğer ben bilmiyorsam kim bilecek?
+Yarışma sonrasında seni çok farklı projelerde gördük: Rock müzikaller, Tarkan’ın back vokalistliği, 'İlk Aşkım' TV filmi gibi… Bu süreçten ve bu projelerden biraz bahseder misin?
-Gördüklerinizden çok, görmediklerinizin de olduğunu söylesem abartmış olmam herhalde. Evet, çok farklı projelerde ve çok farklı alanlarda kendimi sınadım. Ve çok şükür, hepsinden de alnımın akıyla çıktım.
Yarışma sonrası sürecim, müzik tekliflerinden ziyade aslında film ve dizi teklifleriyle başladı. Müzik eğitiminin yanı sıra oyunculuk eğitimi de aldığım için, bir gün Erler Film’den bir hanım aradı ve Yılmaz Ekmekçi’nin asistanı olduğunu söyledi. Tabii o dönem Yılmaz Bey kimdir, tanımıyorum. Neyse, görüşmeye gittim. Bana, 'Yabancı Damat' isimli bir dizi başlayacağını ve bu dizinin başrolünde oynamamı istediklerini söylediler.
Ben tabii neyle karşı karşıya olduğumu tam bilmiyorum. Benden önce Koray Candemir oynayacakmış ama askerlikle ilgili bazı problemler çıkınca, alternatif bir isim aramışlar. O dönem popüler biri olmam ve Yunanlılara benzetilmem nedeniyle beni uygun bulmuşlar. Tabii ekipte Erdal Özyağcılar, Sumru Yavrucuk, Zeki Alasya, Engin Akyürek, Binnur Kaya gibi dev isimlerin olduğunu da bilmiyordum.
'Tabii olur,' dedim ama biraz da korktum açıkçası. 'Yılmaz Bey,' dedim, 'projenin büyüklüğünden korkuyorum.' O da bana, 'Korkma, biz sende o ışığı gördük,' dedi ve beni rahmetli Türker İnanoğlu ile görüştürdü. Onunla da çok hoş bir sohbetimiz oldu ve Türker Bey, 'Benim için okeydir, başrol oyuncumuz,' dedi. Hemen yönetmenlerle görüştürülmemi söyledi Yılmaz Bey’e.Tabii o dönem Yağmur ve Durul Taylan kardeşleri tanımıyordum. Hoş, tanısam da pek bir şey değişir miydi bilmiyorum. Biraz yıldızımız barışmadı kendileriyle. Hoşuma gitmeyen tavırları karşısında masadan kalktım ve 'Sizinle çalışmak istemiyorum,' dedim. Yılmaz Bey ne kadar dil döktüyse de... Çerkes damarı mı desek, inat mı desek, bilmiyorum. Sonrasında benim kabul etmemem üzerine birkaç kişiyle daha görüşmüşler. Sonunda da bu rol yarışmadan arkadaşım Özgür’e kısmet oldu. Onunla anlaştılar ve projeyi birlikte yürüttüler.
+Bu hikâye gerçekten çok enteresan ve belki de benim gibi çoğu kişinin bilmediği bir detaydı. Peki, sonrasında neler oldu?
-Ben bugüne kadar medyada çok fazla özel hayatımı ve özel anılarımı paylaşmayı tercih etmedim. Gerek de yoktu açıkçası, herkesin her şeyi bilmesine. Ama bugün laf lafı açınca anlatasım geldi.
Sonrasında ne mi oldu? Bak, burası çok tuhaf. Dizi başladıktan sonra aylar geçti ve tabii ki böyle güçlü bir kadroyla proje çok tuttu. Etrafta da, ilk teklifin bana geldiğini bilen tanıdıkların zorlamaları başladı: “Neden kabul etmedin ki?” diye. Takdir edersin, bu da insanı etkiliyor. Ama ben her zaman her işte bir hayr olduğuna inanırım. 'Kısmetim değilmiş,' dedim, 'böyle olması gerekiyormuş.'
Dışarıda çok yoğun bir ünüm var ama gelir yok, gider maksimum. Ve ciddi bir bunalımdayım. Para kazanmam lazım, 25 yaşındayım ve evde oturuyorum. Şöhretin getirdiği bir algıyla da gidip herhangi bir işte çalışamıyorum, ya da çalışamayacağıma inandırılmışım.
Aylar sonra karar verdim ve Yılmaz Bey’i aramaya. Asistanını aradım ve randevu istedim. Verdiler de. O dönemler bilirsin, Göztepe-Kavacık arası toplu taşıma yok denecek kadar azdı ve cebimde sadece 40 TL vardı. Taksiyle Kavacık'a gitmek de tam 40 TL tutuyordu. Bizim apartmanda da Enver Ağabey vardı; yaşlıları arabasıyla para karşılığı bir yerlere götürürdü. Aradım kendisini: 'Enver Ağabey, 20 TL’ye beni Kavacık’a götürüp getirebilir misin?' dedim. 'Olur,' dedi.
Yolda da soruyor: 'Nereye gidiyoruz?' Ben de anlatıyorum: 'Bana başrol teklif etmişlerdi, şimdi yeniden görüşmek istediler,' diye...
Neyse, Erler Film’e geldik. Bu kez Yılmaz Bey beni kapıda karşıladı, ama tam 45 dakika da kapısında bekletti. Kapı açıldı, içeri girdim. Yılmaz Bey ilk cümlesiyle, 'Ne oldu? Burnunuz mu sürttü?' dedi. Hiç beklemediğim bir cümleydi bu. Ik mık derken, kendimi ağlamamak için zor tutuyorum ama bir görsen halimi...
Dedim ki: 'Bana daha önce başrol teklif etmiştiniz.'
'Evet, siz de kabul etmemiştiniz o kadar ısrarıma rağmen,' dedi.
'Nasıl yardımcı olabilirim?' diye ekledi.
'Uygun gördüğünüz bir proje varsa, artık oynamak istiyorum,' dedim.
Ve Yılmaz Bey hayatımın dersini verdi orada bana:
'Biz uygun görünce sizi arıyoruz zaten. Buraya kadar boşuna zahmet etmişsiniz,' dedi.
25 yaşımdayım. Gururum her şeyden önce gelir ve düştüğüm durumu düşün... Ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Eve geldim ve hayatımda bir daha hiç öyle ağlamadığım gibi bir ağlama krizi yaşadım. Bağıra bağıra ağlıyorum evin içinde. Sinir boşalması resmen. Duygularım birbirine girmiş, ne halde olduğumu bile idrak edemiyorum.
Tanrı bir kapıyı kapatır, bir kapıyı açar derler ya, tam 15 dakika sonra bir telefon çaldı. Telefonu açsam mı, açmasam mı, bilmiyorum. Kendime zor geldim. Bir dirayetle açtım: 'Alo?' dedim.
Karşıdaki ses:
'Cenk Bey merhaba, ben Tarkan’ın menajeriyim. Sizi Akademi Türkiye’de izlemiştik ve çok beğenmiştik. Size, Tarkan’ın tüm yurt içi ve yurt dışı turnelerinde vokalistlik teklif etsek?' dedi.
O an sistemin beni taşıdığı noktada, 'Sokakta yürüyemeyen bir şarkıcı olarak birine vokal yapmak uygun olur mu, olmaz mı?' diye düşünüyordum ama bu sadece 2-3 saniyelik bir düşünmeydi. Sonra kendime geldim ve dedim ki:
'Teklif eden Tarkan! Saçmalama Cenk, hemen kabul et!'
Son kalan 20 TL’mle eski Kanal 6 stüdyolarına gittim ve o gün başladı Tarkan’la serüvenim. Tam 3,5 yıl devam etti; ta ki ilk albümüm 'Vura Vura' çıkana kadar.
+Gerçekten inanılmaz bir hikâye! Üstelik kapı tamamen kapanmamış gibi de görünüyor. Bu süreç nasıl gelişti?

-Evet, gerçekten öyle. Ama işin tuhafı, o kapı da tamamen kapanmadı. Yılmaz Bey, burnumun sürtmesinden bayağı hoşlanmış sanırım. Sonrasında beni affetmiş.
Ben Tarkan’la çalışmaya başladığımda, bir gün asistanı aradı:
'Yılmaz Bey, gelişinize çok memnun oldu. Size yeni bir dizi teklifi var,' dedi.
Meğer Cennet Mahallesi dizisine, Zihni Göktay’ın Almanya’dan gelen kızının sevgilisi Günter adında Alman bir karakter sokacaklarmış. Yılmaz Bey de ekibe:
'Cenk Bey’i arayın ve rolü ona verin,' demiş.
Beni aradılar, deneme çekimine gittim. Yönetmen bayıldı. 'Tam aradığımız karakter,' diyor. Her şey tamam.
Bu esnada Tarkan’la da konserler başlamıştı. Erler Film'den beni tekrar aradılar:
'Cenk Bey, saçınızı sarıya boyamamız gerekiyor. Uygun mu?' diye sordular.
Zar zor barışmışım zaten, işi yokuşa sürer miyim?
'Tabii ki olur,' dedim.
Onu kabul edince bu sefer başka bir detay için tekrar aradılar. Ona da tamam dedim.
Fakat sonrasında senaryo değişti; Günter karakterinin uzun soluklu olmayacağına karar verilmiş. Onun yerine, Melek Baykal’ın kardeşi rolünde, komik bir karakter sokulmasına karar verilmiş.
Öyle de oldu.
Ama en azından Erler Film’le aramı düzeltmiş oldum.
+Tarkan’la tam 3,5 yıl çalıştın. Eminim herkesin merak ettiği bir şey bu: Onunla çalışmak sana nasıl bir deneyim kattı?
-Öncelikle, bu soru her sorulduğunda bıkmadan, usanmadan dile getireceğim bir şey var: Tarkan, Türkiye’nin bir numaralı starıdır ve her daim de öyle kalacaktır.
Ben de işimin tüm inceliklerini onun yanında staj yaparak pekiştirme şansı yakaladım.
Belki bugün sahnelerimde, Stand-up show’umda elde ettiğim başarılar, onunla geçirdiğim süreçte kazandığım profesyonel edinimler sayesinde bu kadar güçlüdür.
Belki değil, hatta hiç kuşkusuz öyledir.
Yaşanan her şeyin, gelişimimizde etkisi olduğu gibi, onun da etkisi kesin olmuştur.
Çok severim şarkılarını, kendisini de keza öyle.
Ama bir sebepten ötürü uzun süredir görüşmüyoruz.
Dönemsel olarak benim daha çok çocuk olduğum, onun da hassasiyetlerimi tahmin edemediği bir döneme denk geldi.
Bu, benimle mezara gidecek bir konu.
Kimse bilmiyor ve bilmeyecek de.
Bu arada, uzun süredir bağlantımız olmadığı için, en son annesiyle ilgili haberi duyduğumda gerçekten çok üzüldüm.
Anneler çok kıymetli.
Onun için de annesi öyleydi.
Buradan sizlerin aracılığıyla başsağlığı ve sabır dilemiş olayım.
+Peki sonrasında neler yaşandı? “Vura Vura” ile listelerde fırtına gibi estin ama sonra uzun bir süre seni göremedik. Neden?
-Evet, Vura Vura benim uzun uğraşlarım sonucunda çıkardığım ilk albümüm, ilk heyecanım ve ilk umutlarımı yeşerttiğim alandı.
Ama bazen evrende tüm olumsuzluklar bir araya gelir ya ve senin ilerlemene ket vurur...
Bir de ben sanatla alakası olmayan bir aileden geliyorum. Dolayısıyla bu sektörde hep yalnız başıma yürüdüm, her cilvesini kendim öğrendim.
Bu tecrübeler de çoğu zaman tatlı değil, acı tecrübeler oldu.
Albüm çıktığı anda, bazılarını bildiğim bazılarını tahmin ettiğim çok sayıda kişi tarafından engellendim.
Şarkıya bayıldık, çıksın hemen yayınlayacağız diyen radyo ve televizyonlardan veto yemekten tut da,
haftaya seni konuk alacağız diyen programların sonrasında birden program değişikliği bahanesiyle beni almamalarına kadar türlü türlü şeyler yaşadım.
İnsan gencecik, çiçeği burnunda birinden ne ister?
Tek suçum iyi bir şarkıcı olmaktı.
Ve birilerinin kurduğu saltanatların sallanması korkusu, önümün kesilmesine sebep oldu.
Çok üzüldüm, çok depresyona girdim.
Bu konuda kendimi sevgili Bülent Ersoy’a da çok yakın hissederim.
O da Zeki Müren zamanında çok uğraşmıştı. Yasaklı dönemleri olmuştu.
“Oturduğum sandalye çürüdü” derdi o zamanları anlatırken.
İnanın ben de aynen öyle hissettim.
Benim de oturduğum koltuk çöktü içine resmen.
Her gün birilerinin verdiği sözlerin tutulmasını, neden yasaklandığımın ortaya çıkmasını ve buna kimlerin vesile olduğunu anlamaya çalışmakla geçti o dönemim.
İnsanlar bazen sanıyor ki, sanatçılar kendi kendine sektörden siliniyor.
Hayır, öyle değil.
İç dünyamızda, perde arkasında çok ağır şeylerle mücadele ediyoruz.
En acı şey şu oluyor:
'Bilmem kim bu kadar iş yapıyorken seni neden göremiyoruz?' sorusu.
Görmüyorsunuz değil, görünmememiz için çabalanıyor aslında — işin doğrusu bu.
+Bu yaşadıkların gerçekten çok ağır şeyler. Sanırım sahne önünde ışıl ışıl görünen herkesin arkasında böyle görünmeyen bir mücadele var, değil mi?
-Olmaz olur mu? Elbette var.
Ama mesele, başına ne geldiği değil...
Başına gelenlerden sonra nasıl bir insan olarak kalabildiğin.
Konu, bir şekilde başarılı olduktan sonra sana hayatı dar edenler gibi olmamakta.
Yaşadıklarından ders almakta.
En önemlisi de auranı kirletmeden, kalbini karartmadan yola devam edebilmekte.
Çünkü yoksa, o acımasızlar gibi olduğun sürece, yaşamışsın yaşamamışsın hiçbir anlamı kalmıyor.
Sadece sisteme hizmet eden bir şeytanın avukatı oluyorsun, başka bir şey değil.
+Senin kişisel gelişim ve spiritüel alandaki çalışmaların da çok dikkat çekiyor. Bu yolculuğun tam olarak ne zaman ve nasıl başladı?

-Aslında yaşadığın her şey, kişisel gelişim sürecinin bir bileşkesi.
Ben çocukluğu spiritüel deneyimlerle geçmiş biriyim. Enteresan temaslarım oldu.
Bu sayede de şu anda canım ciğerim dostum olan Farah Yurdözü ile yollarımız kesişti.
İnsanların bugün yeni yeni duyduğu birçok şey, aslında senelerdir Farah’ın, benim ve bizim gibi birkaç kişinin araştırma alanıydı.
Şimdi insanlar yavaş yavaş uyanıyor ve o zamanlar deli saçması gibi görülen şeylerin aslında gerçek olduğunu fark ediyorlar.
Bir dönem yaşadığım bir deneyim sonucunda bir kitap yazmaya başladım.
Ama bu yazım süreci irademle değil, sanki bana dikte edilerek ilerliyordu.
Oturup “hadi şimdi yazayım” desem yazamıyordum ama geldiği anda cümleler kendiliğinden dökülüyordu.
İçinde yazdıklarımın birçoğu, bilimin ancak şu an doğrulayabildiği şeylerdi.
Peki ben 18 yaşında bunları nasıl biliyordum?
Bu sorunun cevabını okuyucuya bırakıyorum. Evrensel bilgi her zaman orada; mesele ona ne kadar açık olduğun...
Bu sorunun cevabını okuyucuya bırakıyorum. Evrensel bilgi her zaman orada; mesele ona ne kadar açık olduğun...
O dönemlerde başladığım kitap tam 10 yıl sürdü.
Sonrasında yolum bir şekilde Destek Yayınları ve sevgili Yelda Cumalıoğlu ile kesişti.
Kitabımı yayımlatmak için gittiğimde, nefes ve DMT konusunda da uzmanlığım olduğu için, bir anda kendimi bu konuları anlatırken buldum.
Yelda da o güçlü sezgileriyle, “Önce lütfen Nefesi yaz, insanlar senin yazar yönünü tanımalı” dedi.
İyi ki de öyle yapmış.
Çünkü 2021 yılında yayımlanan Nefes, Ses, Hareket ve Kutsal Dönüşüm kitabım çok satanlar listesine girdi.
Hala seminerler veriyorum, imza günlerinde okurlarımla buluşuyorum.
Kitabımı Storytel’de kendi sesimle seslendirdim ve dijital platformlarda da büyük ilgi görüyor.
Bu da benim için ayrı bir mutluluk.
+Müzikal alanda da önemli bir yolculuk yapmışsın. İlk albümünün ardından kendi firmanı kurman ve müzikle yoluna devam etmen gerçekten etkileyici. Aynı zamanda müzikalde 3 sezon boyunca yer aldığını söyledin. Tüm bu süreçleri nasıl yaşadın?
-Evet, ilk albümümle ilgili çok canım yandı ve bu yüzden kendi firmamı kurmaya karar verdim.
2009'dan bu yana, çıkardığım tüm eserlerimi kendi firmam Purpleandmore Production etiketiyle yayınlıyorum.
Tabii ki dev müzik prodüksiyonları kadar güçlü değilim ama şarkılarımı kitlelere ulaştırma konusunda maddi açıdan bazı zorluklarım oluyor.
Arkamda kimse yok, ne yapıyorsam kendi imkanlarımla yapıyorum.
Amacım sadece şarkılarımı daha büyük noktalara taşımak değil, aynı zamanda benim gibi zorluk yaşayan gerçek müzisyenlere de yol açmak ve onlara yatırım yapabilmek.
İnsanlar, imkanları sınırlı olduğunda ve gücün yettikçe tanıtım yapabildiğinde, başarısız olduğunu düşünüyorlar ama aslında durum böyle değil.
Başarı olmak ve popüler olmak aynı şeyler değil.
Müzik sektöründe başarının ölçütleri çoğu zaman net değil, ve popüler kültürün şekillendirdiği algılarla başarı değerlendirmesi yapılıyor.
Birçok single çıkardım ve önceki çalışmalarımdan birinde Türkiye’nin ilk film klibini çektim.
O klip büyük beğeni topladı ve farklı bir çalışma oldu.
Ferzan Özpetek ve Çağan Irmak filmlerini çok severim, o klipte onların sinemasından ilham aldım.
O dönemde rahatsızlık geçirmiştim ve kortizon kullanıyordum.
Yüzüm ve vücudum inanılmaz şişmişti ama sektördeki görsel dayatmalardan o kadar bıkmıştım ki, fiziksel durumumu umursamadan, komplekslerimden arınarak o klibi çektim.
İyi ki de yapmışım çünkü popüler kültürün dayatmaları insanları bir fanusa hapsediyor.
Herkes Barbie ve Ken olmak zorundaymış gibi bir algı yaratılıyor.
Zaten ilginç bir şekilde çocuklukta kızlara bebek, erkeklere ise silah ve araba oyuncakları veriliyor.
Yetişkinlikte ise, kızlar Barbie gibi olmaya ve arabası olan erkeği elde etmeye, erkekler ise Barbie gibi kızları tavlamaya çalışıyor.
Her ikisinin de elinde kendince bir koz var ve bu kozlar da sıklıkla şiddetle ilişkilendiriliyor.
Aslında çocuklarımıza oyuncaklarıyla hangi rolleri kodladığımızı, biz büyükler belirliyoruz ve bu çok ciddi bir konu.
Tabii bu konu daha derinleşebilir, ama seni buradan çıkarmazsam çok daha fazlasını konuşabilirim! :)
+Sosyal medyanın etkisiyle şişirilmiş pek çok isimle karşılaşıyoruz. Bugün varlar, yarın yok olabiliyorlar. Bu durumdan nasıl çıkılır sence?
-Nasıl çıkılır, aslında kesin bir yanıt veremem ama bildiğim tek şey, eğitimin seçimlerimizde çok belirleyici bir etkisi olduğudur.
Bir ülkenin dinlediği müziğe bakarak o ülkenin eğitim düzeyini anlamak mümkündür bence.
Sosyal medya, işlerini sunmak için harika bir platform olabilir. Özellikle sektörü domine eden isimlerin boyunduruğundan kurtulmaya yardımcı oldu ama aynı zamanda niteliksizliğin de yükseldiği bir mecra oldu.
Bu durumun nereye gideceğini kestirmek şu an için zor, fakat dijital etikle ilgili çalışmalar yapılmadığı sürece olumsuzlukların önünü almak pek mümkün olmayacak gibi görünüyor.
+Peki akademik kariyerine gelecek olursak, bu kadar yoğunluğun arasında akademisyenliği nasıl başardın?
-Aslında akademik kariyer konusunda bir idealim yoktu. Sanatla ilgili bazı kurumlarda ve güzel sanat atölyelerinde şan eğitmenliği yaptım ama akademik dünyaya adım atma fikri hiç aklımda yoktu. Bir ara okullarda, saat ücretli öğretim görevlisi olmak adına CV’ler göndermeye başladım. İyi bir CV’m vardı ama üniversitelerin Türk Dili bölümleri bile CV’m hakkında geri dönüş yapmaktan imtina etti.
Ne yazık ki akademik dünyada da komün hayat kültürü, herkesin yakınını almak için çaba sarf etmesi gibi bir durum var. Gerçekten iyi bir CV’ye sahipken ve yetkinliklerimi sunduğumda, Türkiye’de bunu fark eden ve dönüp bana olumlu geri dönüş yapan tek kişi, Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Bölüm Başkanı Prof. Marcus Graf oldu.
Bu benim için çok sevindirici bir gelişmeydi ama bir yandan da ülkemiz adına üzücü bir durumdu.
Sonrasında, akademik birikimlerim ve saha tecrübelerimle sahne sanatları yönetimi dersleri vermeye başladım. Öğrencilerle aramda oluşan güzel bir uyum sayesinde, okulda verdiğim derslerin popülaritesi arttı.
Öğrenciler arasında yayılan fısıltılarla İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Sayın Rıfat Kamaşak benimle görüşmek istedi ve ardından İşletme Fakültesi’ndeki öğrencilere ses, nefes, diksiyon, beden dili ve iletişim teknikleri gibi konularda eğitim vermemi teklif etti.
Yeditepe Üniversitesi’nde toplamda 4 yıl boyunca çalıştım ve en sevilen akademisyenlerden biri oldum. Derslerim her zaman doluyordu, çünkü öğrenciler arasında popülerliğim arttı.
Bir gün, University of Reading, Yeditepe Üniversitesi ile ortak bir çalışma için gelmişti. Pandemi döneminde sanat temalı bir sempozyumda benim de konuşmamı istediler. Hazırladığım konuşma büyük ilgi gördü ve sunumlarımı çok rahat ve etkili bir şekilde yapabilmem de göz önüne alınarak, Leadership, Organisation and Behaviour bölümüne doktora öğrencisi olarak kabul edildim. Eylül ayında İngiltere’de doktorama başlayacağım.
+İnanılır gibi değil. Yani sanki bir melek var ve her düşme anında daha da yukarıya kaldırıyor seni, Cenk. Küllerinden doğmak bu değildir de nedir demek istiyorum.

-Gerçekten öyle. Bir melek mi var, bilmiyorum ama zaman beni öylesine olgunlaştırıyor ki, doğru zamanda doğru yerde, doğru şeyleri yapmayı hissediyor ve bunu doğru bir şekilde buluyorum sanırım.
+Gerçekten de öyle… En son çıkan ve gündeme bomba gibi düşen şarkın İlahi Adalet ve herkesin bayıldığı, anlata anlata bitiremediği ve Instagram’da da kesitleriyle viral olan Müzikli Standup gösterin Deli Güllabicisinden bahsedelim isterim biraz da.
-İlahi Adalet aslında 2003 senesinde popüler kültür üzerine yazdığım bir şarkıydı ve çıkarmak bir türlü nasip olmamıştı. Geçtiğimiz eylül ayında sevgili aranjörüm Burak Ayaz ile başladık çalışmalarına ve çıkar çıkmaz belki son dönem yaşanan olaylarla da insanlar örtüştürdüğü için sözleri çok büyük ilgi gördü. Herkes paylaşıyor ve konserlerimde hep bir ağızdan söylüyorlar. Bu da beni çok mutlu ediyor haliyle. Bir tek üzen şey ise 2003’ten bu yana hala bir şeylerin değişmemesi ve şarkının sözlerinin hala güncelliğini koruması. Deli Güllabicisi ise benim ne zamandır yapmak istediğim bir showdu. Aslında sentezlerimi ve de anılarımı aktardığım bir komedi show’u ve asıl işim müzik olduğu için de bunu müzikle de birleştirerek, müzikli bir stand up gösterisi olarak sundum. Herkes bayıldı.
Konserlerim de çok eğlenceli geçiyor zaten. İnsanlar söylediğim şarkılarda eğlenirken anlattıklarıma da gülüyorlardı. Ben bunların derecesini değiştirdim. Daha fazla konuşup, daha az şarkı söylüyorum ve sevdim de bu konsepti. Bir süre devam edecektir diye düşünüyorum.
+Peki bu Müzikli Standup konsepti mesela BKM ile bir birlikteliğe, Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan ya da Ata Demirer gibi ustalarla aynı sahneye çıkmaya, ya da son dönemde popüler olan standup gösterisi yapan organizasyon firmalarıyla bir ortaklıkla büyür ve iş birliğine dönüşür mü dersin?
-Bilmem ki. Şu ana kadar anlattıklarıma baktığın zaman hayatın her an her şeye gebe olduğu aşikâr. BKM zaten Akademi Türkiye döneminde bizim menajerliğimizi almıştı sinevizyondan ama hepimiz adına kısa süreli oldu ve çok birleşemedik kendileriyle. Bu süreçten sonra bir birliktelik olursa çok tatlı olabilir. Onun haricinde saydığın üç isim de çok önemli. Hepsini çok seviyor ve çok da gülüyorum. Hatta seneler önce Tolga Çevik bana “Girmeni istemem Akademi Türkiye’ye, seni Yılmaz ağabeye götürmek istiyorum” demişti ama ben çoktan yarışmaya katılmak için sözleşme imzalamıştım. Dediğim gibi, üçünü de çok seviyor, çok gülüyor ve çok da takdir ediyorum. Üçünün de hem filmlerinde hem de sahne şovlarında bulunmak ve onlarla oynamak çok isterim.
Ata Demirer’in bir noktada ayrı bir yeri daha var bende çünkü ikimiz de aynı okuldan mezunuz ve kariyer yolculuklarımız çok benzeşiyor. Sesine de bayılıyorum Ata’nın.
+Son dönemde dizi teklifleri oluyor mu? Ya da izlediğin ve “Ben de bu projede olsam çok iyi olurdu” dediğin bir yapım var mı?
-Dizi teklifleri açıkçası şu an için çok yoğun değil çünkü bir oyuncu menajeriyle çalışmıyorum. Ama yeniden iyi bir menajerle çalışmaya başlamak istiyorum. Gold Yapım, Ay Yapım ve Tims&B gibi şirketlerin işlerini gerçekten çok beğeniyorum. Yani yeni olan her yapımda severek rol alabilirim tabi. Özellikle son dönemde Faruk Turgut’un yapımlarını da çok iddialı ve kaliteli buluyorum. Kendime uygun olduğuna ve karakterle özdeşleşebileceğime inandığım her projede yer almayı çok isterim. Devam eden projeler arasında soruyorsan özellikle Kızılcık Şerbeti hem severek izlediğim hem de gerçekten “Ben de bu projede olsaydım çok güzel olurdu” dediğim bir iş.
+Peki çok merak ettiğim bir soruyu soracağım. Hem çok yeteneklisin, tam bir müzik adamısın, çok komiksin ve sözü dinlenen birisin. Yani kısacası bir otoritesin. Müzik, eğlence ve akademik bilgi bir araya geldiğinde mesela Acun Ilıcalı’dan sana bir jüri üyeliği teklifi gelse nasıl bakarsın? Bu teklifi de yabancı damat gibi reddetmezsin değil mi?
-Hayır, tabii ki reddetmem. Hatta çok mutlu olurum. Neden dersen; evet, bir müzik adamıyım ama bir yandan da eğlenceli bir tarafım var. Yaptığım yorumların hem doğru hem de yapıcı olması benim için çok önemli. Ayrıca show business açısından da doğru kişi olduğuma inanıyorum. Tüm emareler bunu gösteriyor zaten. Bu sebeple taze bir kana ihtiyaç duyulursa ve Acun Ilıcalı gibi başarılı bir televizyoncudan böyle bir teklif gelirse seve seve kabul ederim. Yarışmaya hem müzikal hem de eğlence anlamında büyük katkı sağlayabileceğime yürekten inanıyorum.
+Cenk, gerçekten hem çok samimi hem de çok keyifli ve yer yer şok eden açıklamaların olduğu bir röportaj oldu. Sana çok teşekkür ediyorum, kalbini Onedio.com okuyucularına bu denli samimiyetle açtığın için.
-Ben teşekkür ediyorum. Bu yaşanmışlıkları özellikle Onedio.com’a aktarmak, gönül bağım dolayısıyla benim için gerçekten çok kıymetliydi. Sen sağ ol, var ol. Tekrar teşekkür ediyorum.
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!