Mistik Katılım: Öznenin Nesneyle Dansı
Bazen bir koku, bir gölge, bir ses suyun yüzeyi gibi titreşir ve içimizde, çok eskiden kalmış bir melodinin tekrar çalındığını duyarız. O an hatırlarsın ve neye baktığını biraz unutursun, hatta kimsin onu da. Rüzgâr bir dalı eğdiğinde sanki sana bir şey söylüyormuş gibi, deniz karşı kıyıya değil sana dönüyormuş gibi, bir yüz bin yıllık bir ayna gibi sana geri bakar. Lucien Lévy-Bruhl’ün “mistik katılım” dediği şey, belki de özne ile nesne arasındaki sınır çizgisinin, bir an için, yumuşayıp geçirgenleşmesi. Sırf “inanmak” ya da “yanılmak” değil de dünyayı, üzerinde durduğumuz bir taş değil de içimizde büyüyen bir bahçe gibi duymak.
Lévy-Bruhl, 20. yüzyılın başında bazı toplumların düşünme kipini “ön mantıksal” diye nitelendirdiğinde, yanlış anlaşılan kapıyı aralamıştı.

Ön mantıksal derken “mantıksız”ı kastetmedi. Başka bir düzenleme ilkesinden söz ediyordu. Ona göre, kimi kültürlerde deneyim, nedensellikten çok katılım tarafından örgütlenebilir ve bir şey, başka bir şeye sadece benzediği için, bir zamanlar temasta bulunduğu için, bir adla bağlandığı için “aynı” olabilir. James Frazer’ın “sempatik büyü” diye adlandırdığı iki temel kanun, benzerlik ve bulaşma, bu dünyanın retoriğidir. Ama Lévy-Bruhl’ün hamlesi, bu ilkeleri sadece bir “hata” diye kenara itmeyi değil, onların hangi dünyayı mümkün kıldığını duymayı önerir. Varlıkların yalnızca yan yana durmadığı, iç içe geçtiği, birbirini taşıdığı, birbirine karıştığı bir dünya.
Elbette, bugün bu fikirlerin pek çoğunu eleştiriyle okuyoruz. Evrimci bir merdivenin alt basamağına yerleştirilen “ilkel zihin” anlatısını çoktan terk ettik. Lévy-Bruhl’ün kendisi de hayatının ilerleyen dönemlerinde keskin ayrımlarını yumuşatmış, not defterlerinde (“Carnets”) katılımcı duyarlığın her yerde bizde de yaşadığını kabul etmiştir. Hatta belki mesele tam da buradadır. Mistik katılım, “bizim” dışımızdaki egzotik bir alışkanlık değil, güncel hayatımızın derinlerinde kıpırdayan bir duyma biçimi. Bunu bir maçta kalabalığın tek vücut oluşunda, ritüellerin kalbimizi düzene sokuşunda, sevdiğimizin adını duyunca birden içimize dolan anlamda sezeriz. Reklamın bir nesneyi bir hayat vadine bağlayışı, markanın sadece bir logo değil bir “aitlik” olabilmesi, matemde yağmurla beraber ağlıyor gibi hissetmemiz… Çizgiler bizim sandığımız kadar kalın değil.
Antropolojinin nesnel çerçevesiyle bakınca, mistik katılım birey ile dünya arasındaki sınırın elastikliği demek. Maske takan bir dansçı, bir ayinin ortasında “maskenin ruhu”yla özdeşleşir ve o anda maskeyi “temsilen” taşımaz, onunla “bir” olur. Av kuşunun tüylerini başına takan avcı, “avın gözüyle görmeye” niyet eder. Bu, metafor değil, bir varoluş tekniği. Adın tabu olması, adın taşıdığı parçacıkla kişiye yönelmenin aynı şey olabileceği inancından doğar. Temas bir kez kurulmuşsa, ayrılık tam ayrılık değildir. Bu, düşünsel bir kuruntudan ziyade duyumsal bir yapı, varlıklar arası başka dillerle değdi. Jung “participation mystique” terimini benimseyerek benliğin sınırlarında eriyen projeksiyonlardan bahsetmişir ve kişi, kendi içindekini “orada” görür ve orada görüleni içeri taşır. Merleau-Ponty, bedenin dünyayla “ten”sel bir karşılıklılık içinde olduğunu söyler. Dokunan ile dokunulan birbirini çağırır. Beden, nesneleri yalnızca temsil etmeyerek onlarla bir ortak yüzey kurar. Bu yüzden bir melodi içimize sadece girmekle kalmaz, içimizde bir boşluğu açığa çıkarır. Yapılan bir resim yalnızca bakılan bir şey değildir, bakışımızın kendisini de boyar. Katılım, bilgi kuramı değil, bir varlık politikasıdır.
Bazen bir kentin sabahında, metro kapıları kapanırken, içerden bakanla dışarda kalan aynı nefesi tutar.

Göz göze gelmenin bir anda bizi sarsmasının sebebi sadece “empati” den kaynaklı değildir bazen bakışın bakışı çağırmasıdır. Bir çocuğun oyuncak ayısına duyduğu bağlılık, o ayıyı “şey” olmaktan çıkarır. Ayı, çocuğun uykuya dalabilmesi için gereken bir varlık parçasına dönüşür. Biz buna hikâye, hayal gücü, duygu deriz fakat belki daha çıplak bir kelime gerekiyor birlikte varlık.
Lévy-Bruhl’ün eleştirmenlerinden Evans-Pritchard Afrika toplumlarına dair kavrayışların “akıl dışı” diye hızlıca damgalanmasına itiraz ettiler. Onlar, söz konusu pratiklerin kendi bağlamlarında gayet tutarlı bir rasyonalite taşıdığını gösterdiler. Bu itirazlar, “katılım”ın küçümsenecek bir “hata” değil, başka bir mantığın organizasyon kipliği olduğunu anlamamıza yardım etti. Nitekim gündelik hayatımız da bu kipliklerle örülüdür. Nazar boncuğunun bir cam parçasından fazlası olması, kurşun dökmenin bir tıbbi reçeteye benzememesi ama yine de içimizi rahatlatması… Kasıt ve kas hareketi arasındaki ilişki gibi, niyet ve dünya arasında görünmez bir bağ kurarız.
Katılımın karanlık tarafları da var. Linç kalabalığı “tek beden” olduğunda, kişinin vicdanı kalabalığın adımlarına devredilir. Orada suje ile obje sınırı yalnızca şefkatle değil, kudret ve körlükle de erir. Milliyetçiliğin, tarikatın, fanatikliğin sarhoşluğunu besleyen şey, bu kaynaşmanın haz verici cazibesidir. Vaziyette katılımı romantikleştirmeden, ama onu yalnızca reddedilecek bir yanılsama gibi görmeden konuşmak gerek. Bir sorumluluk etiği tam burada başlar. Nerede bir oluruz, nerede ayrılmayı öğreniriz? Hangi bağlar bizi onarır, hangileri bizi kendi elimizden alır?
Yine de, katılımın masum yüzü olmadan yaşam kuruyup çatlıyor. Aşk dediğimizde, iki kişinin “bir” olmasından çok, aralarında beliren üçüncü bir atmosferi kastediyoruz. Dili olan, sesi olan, iki kişiyi de dönüştüren bir alan. Müzik, konser salonunda yabancıları birbirine yaklaştıran bir hafiflik doğurur, ritim aynı bedende çalıyormuşçasına. Bir yas töreninde birlikte ağlamak, kaybın ağırlığını omuzlar arasında paylaştırır. İnsanın yalnızca bir benlik değil, “ilişki” olduğunu hatırlatır katılım. Belki bu yüzden dualar, yeminler, adaklar yüzlerce yıldır kapanmıyor, çemberin içine adım atınca sözümüzün bedeni değişiyor…
Kendi payıma, mistik katılımı gündelik küçük anlarda yakalıyorum.

Yağmur başlayınca içimde yükselen sebepsiz ferahlık, bir kitabın adını okur okumaz göğsümde açılan eski kapı ve bir dostumun sesindeki titremeyi duyar duymaz gırtlağımda beliren düğüm. Bunlar, ben ile dünya arasındaki dikiş yerleridir. Dikiş yerlerine bakmak insanı zayıf kılmaz bence tam tersine, el yordamıyla, bağın nereden geçtiğini öğreniriz. Bir ağacı yalnızca tür bilgisiyle değil, ona sırtımızı verdiğimizde hissettiğimiz ağırlıkla da tanırız. Bilgi, katılımla yumuşar, katılım, bilgiyle ayık kalır.
Mistik katılımı anlamanın bir yolu da dili dinlemekten geçiyor. “Kalbim kırıldı” dediğinde kimse kalbinin cam olmadığını bilir ama herkes kırığın sesini işitir. “İçime işledi” deriz; bir sözün, bir bakışın, bir melodinin. Bu ifadeler çocuksuluktan ziyade insanın dünyayla kurduğu gözenekli sınırın dildeki izi. Bedenimizin sosyal ve duygusal bir zarla sarılı olduğunu kabul etmek, bizi kurmacanın pençesine değil, hakikatin daha incelikli bir yorumuna götürür. Temaslardaki yabani aklı görmeye başlarız.
Belki bugün “rasyonel” olmakla “katılabilmek” birbirine düşman olmak zorunda değil. Biz, çizgileri gerektiğinde kalınlaştırmayı da gerektiğinde inceltmeyi de öğrenen canlılarız. Bilimin ölçüsü, hukukun sınırı, mahremiyetin etiği hepsi çizgiyi çizen el. Ritüelin sıcaklığı, şiirin nefesi, müziğin kucaklayışı da çizgiyi incelten el. İki el birden gerek. Katılım, tek başına bırakıldığında bizi sürüye karıştırabilir. Çizgi tek başına bırakıldığında bizi taş eder. Aradaki elastikiyet insani olan.
Lévy-Bruhl’ün sınıflandırmalarını bugün aşmış olabiliriz fakat onun açtığı soruyu hâlâ taşıyoruz. Bir şeyle nasıl “bir” oluruz ve hangi koşullarda olmamalıyız? Cevap, soyut bir ilke olmaktan çok, dikkat terbiyesi. Duyduğuna dikkat et, bedenin ince titreşimlerine, kelimenin sende bıraktığı iz’e, bakışın seni nasıl taşıdığına. Nerede kabarıp nerede çekildiğine. Katılımı küçümsemeden, ona kapılmadan onu işitip ona yön vermek mümkün.
Gece yine çökerken rüzgâr aynı kokuyu getirirse, kendimi orada yitirir miyim? Belki biraz. Belki de “yitirmek” yanlış kelime. Kendimi, bağın içinde biraz daha bulurum. Dünyayı, bir taş gibi değil, içimde büyüyen bir bahçe gibi duyarım. O bahçede, ben ile öteki arasındaki perde incelir. Elimi uzatınca, yaprağın serinliğinde, dilin suskunluğunda, kalbin atışında, hepimizin ortak ritmini duyarım. İşte o ritim, mistik katılımın yasası. Ayrı ayrı çalan enstrümanların, bir an için aynı şarkıya akması. Ve belki yaşam, o şarkıyı ara sıra hatırlamaktan ibaret.
Züleyha Ekici
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!

