Sofya’dan Saraybosna’ya Bir Yol Hikayesi: Yaralı Şehirler, Gülümseyen İnsanlar
Bir tren, bir harita, bin hikâye.
Sofya’dan Saraybosna’ya uzanan bu yolculukta tarih sadece müzelerde değil; duvarlarda, meydanlarda, kahve kokusunda yaşıyor. Balkanlar, savaşla yoğrulmuş ama barışı inatla arayan bir coğrafya. Ben de elimde tren bileti, cebimde biraz bozukluk, aklımda ise hep aynı soru: Bu kadar yara almış bir bölge, nasıl hâlâ bu kadar güzel olabilir?
Sofya: Kubbe Yarışı ve Katmanlı Tarih

Trenle Sofya’ya kuzeyden girdim. Şehrin kenar mahalleleri hâlâ eski Doğu Bloku’nun yorgunluğunu taşıyor: gri caddeler, solmuş duvarlar, nostaljik bir sükûnet. “Bulgaristan’ın en kötü yeri galiba başkenti olacak” diye düşündüm, ama merkeze yaklaştıkça yanıldığımı anladım.
Banya Bashi Camii hâlâ ibadete açık, hemen yanında bir zamanlar cami olan ama şimdi kiliseye çevrilmiş Kara Camii duruyor. Pagan tapınağından Sovyet binasına, Osmanlı hamamından Avrupa meydanına uzanan bu şehir, adeta bir tarih müzesi. Cumhurbaşkanlığı binasının önünde nöbet değişimi izledim; askeri törenin ortasında pagan tapınağı kalıntısı. Sofya’nın tam kendisi bu: dinlerin, dönemlerin ve devletlerin yan yana uyuduğu bir yer.
Trakya kökenli “martenitsa” geleneğini görünce yüzümde tanıdık bir tebessüm: Bizde de, onlarda da baharın gelişiyle bileğe takılır; leylekleri görünce bilekten çıkarılıp, ilk çiçek açan ağaca, çoğu zaman erik ağacına bağlanır. Kök de çiçek de tamamen aynı. Akşamüstü parkları ve pazarları dolaşırken, Sofya’nın sessiz ama derin bir zarafeti olduğunu fark ettim. Tarih burada konuşmuyor, sadece iz bırakıyor.
Belgrad: Bohemlik, Barut ve Bellek

Ertesi gün Belgrad’daydım. Tuna ile Sava nehirlerinin buluştuğu bu şehir, Avrupa’nın en çok el değiştirmiş başkentlerinden biri. Osmanlı, Avusturya, Nazi, Sovyet... Hepsi gelip geçmiş ama Belgrad hâlâ direniyor.
Cumhuriyet Meydanı’ndan yürüyüşe başladım. 200 yıllık tiyatro hâlâ perde açıyor. Arka sokaklarda Skadarlija; bohem şairlerin, sanatçıların ve düşünürlerin mahallesi. “Kafana” dedikleri meyhaneler tıklım tıklım, kahve değil rakija içiliyor. Erik rakijası meşhur ama ben kayısı ve armut olanını daha çok sevdim.
Osmanlı’dan kalan tek cami, Bayraklı Camii hâlâ ayakta. Kara Yorgos’un açtığı ilk okul müze olmuş. 1800’lerin sonunda başlayan Sırp devrimiyle birlikte Balkanlar’da bir kıvılcım yanmış. “Bizimkiler de galiba biraz feyz almış” dedim içimden.
Sava kıyısında yürürken düşündüm: Bu kadar benzer halklar, nasıl bu kadar kavgalı olabilir? Boşnak, Hırvat, Sırp… Aynı dil, aynı yemek, aynı müzik. Ama tarih bazen dostlukları değil, ayrılıkları kutsuyor.
Budapeşte: Tuna Üzerinde Tarih ve Tersyüzler

Rotam biraz kuzeye kaydı ama iyi ki de öyle olmuş. Budapeşte, tarih ile ironinin birlikte yaşadığı bir şehir. Buda tarafındaki kale tepesine çıktım; Ulusal Galeri’nin bulunduğu kalenin temellerinde Bizans kalıntıları hâlâ duruyor. Savaşta bombalanmış, şimdi yeniden yapılıyor. Devamında “Fatih’in topçusunun soyundan geldiği söylenen” Viktor Orbán’ın başkanlık sarayı var. Tarih burada bazen mizah gibi.
Biraz ileride Gül Baba Türbesi. Osmanlı’nın gül kokulu dervişi hâlâ hatırlanıyor. Fatiha’mı okuyup sessizce Tuna’ya yürüdüm. Nehrin kıyısında ayakkabılar... Holokost sırasında kurşuna dizilen Macar Yahudilerinin anısına bırakılmış. İnsan orada sessiz kalamıyor.
Soykırıma uğramış bir halkın torunları bugün Gazze’de masumları öldürürken, bu ayakkabılar daha da ağır geliyor insana. İnsanlık, tarih boyunca aynı hatayı farklı dillerde tekrarlıyor.
Yakındaki Hürriyet Meydanı da ayrı bir ironi: ortasında Sovyet anıtı, yanında Reagan ve Bush heykelleri. “Kim geldiyse, kim gittiyse, hepsi burada.” Macaristan’ın tarihi, kendilerini kurtardığını söyleyip aslında yeniden tutsak eden “yeni kurtarıcılarla” dolu.

Zagreb: İki Tepe, Bir Barışsızlık Hikayesi
Zagreb iki tepe üzerine kurulu. Aralarındaki dere bile insanları ayırmış. “Kanlı Köprü” diye bir sokak var, adı bile tarih dersi. Nazilerle işbirliği yapmış, Yugoslavya döneminde bastırılmış, 90’larda eski nefretler yeniden hortlamış. Balkanlar bazen aynı hikâyeyi farklı yüzyıllarda tekrar ediyor.
Şehrin simgesi Meryem Ana, büyük yangında zarar görmeyince halk onu koruyucu bellemiş. Ama Zagreb’in kendisi hâlâ biraz dağınık. AB üyeliği beklenen refahı getirmemiş, biri “COVID vurdu” diyor, öteki “Brüksel vurdu.”
Pazarlarında hâlâ “vaftiz annesi” denilen yaşlı pazarcılar var. Müşterisinin sevdiğini bilip sormadan verir. “Bir yüzyıldır aynı yerden alıyoruz,” dedi biri. Balkanlar’da savaş unutulur ama alışkanlık asla.
Mostar ve Saraybosna: Köprüler, Küller ve İnsanlık

Mostar’a sadece birkaç saat ayırabildim ama yetti. O meşhur taş köprü… savaşta yıkılmış, barışta yeniden yapılmış. Ama köprü tamamlanmış olsa da insanlar arasında hâlâ görünmez bir yarık var. Barış, burada biraz suskunlukla ölçülüyor.
Saraybosna’ya geçtiğimde tarih, inanç ve siyaset iç içe. Osmanlı’nın taş dokusu, Avusturya’nın barok yüzü, savaşın izleri ve barışın kokusu… Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan suikastın yapıldığı köprüdeyim. Yıllardır anlattığım bir tarih aniden önümde.
1908’de Avusturya-Macaristan Bosna’yı ilhak edince fes boykotu başlamış. “Fes üreteni boykot ediyoruz!” demişler. Takanlar artık sadece Maraş dondurmacıları. Tarih burada bile mizahla iç içe.
Bugün ise şehir başka bir mücadele içinde. Körfez sermayesiyle yükselen fiyatlar, gelirle yarışamıyor. Suudiler, Almanlar, bizim cemaatler, herkes burada “yeniden inşa” yarışında. Bektaşi geleneğini unutmuş gibi Bosna; “yeter ki Vahhabi olmasınlar” diyesi geliyor insanın.
Dayton Antlaşması sonrası kurulan karmaşık sistem hâlâ sorgulanıyor. Barış gelmiş ama zihinlerde savaş bitmemiş. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nden bir yetkili, “Barışı kağıda yazdık ama kalplere geçiremedik,” dedi. Çok doğruydu.
Başçarşı’da kahve içerken bir Boşnak söyledi son sözü: “Biz burada barış içinde yaşıyoruz ama barışın ne olduğunu unuttuk.”
Saraybosna’da her sokak bir dua, her köşe bir yara, her nefes bir umut gibi.
Son Söz: Barış, Bazen Sessizliktir

Balkanlarda dolaşırken fark ettim: burada tarih sadece geçmiş değil, bugünün parçası. Savaş bitmiş ama hikâyesi hâlâ anlatılıyor. Her şehir yeniden inşa edilmiş ama kimlikler hâlâ onarılmamış.
Yine de insanlar güler yüzlü, sofralar dolu, müzik hiç susmuyor. Belki de Balkanlarda barış, böyle bir şeydir: Bütün acılara rağmen yeniden gülümseyebilmek.
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!