Yüksek Şatodaki Adam: Gerçekliğin Gıyabında Yazılmış, Tarihi Darp Eden Roman
Bir gün bir kitap açarsınız ve ilk cümleden itibaren dünyanız kayar. Ama öyle nazikçe değil. Altınızdan halı çeker gibi değil. Daha çok kafanıza bir taş düşer gibi. Philip K. Dick’in Yüksek Şatodaki Adamı işte öyle bir kitap. Çünkü bu roman, size “ya her şey yalanmışsa?” demiyor. Daha beterini yapıyor: “Her şey hâlâ yalan olabilir” diyor.
Naziler kazanmış, Japonlar Pasifik kıyılarına kurulmuş, Amerika üçe bölünmüş. Dick, tarihi alıp sigara kâğıdı gibi buruşturuyor, sonra onu kül tablasına fırlatıyor. Ve tam da orada başlıyor hikâye.
Hayal Gücü Değil, Hafızanın Tahrifi

İlk bakışta bir alternatif tarih romanı sanırsınız. Oysa bu roman, tarihle değil; zamanla, bilinçle, inançla ve gerçeklik algısıyla cebelleşiyor. Yani olay “Hitler kazansaydı ne olurdu?” gibi akademik bir meraktan ibaret değil. Dick’in yaptığı şey, tarihi bir senaryo yazmaktan ziyade, hafızanın kendisini baltalamak.
Ama hadi konuyu biraz daha netleştirelim. Yoksa Dick sağ olsaydı, bu yazının da gerçek olup olmadığını sorgulatırdı.
Biraz da kurgu diyelim, çünkü kafa karışıklığına doymadık
Amerika, II. Dünya Savaşı’nı kaybetmiş. Doğu yakası Nazi Almanyası’na, Batı yakası Japon İmparatorluğu’na bırakılmış. Ortada bir “nötr bölge” var ama nötr olduğu kadar tehlikeli; çünkü burada fikirler özgürce dolaşabiliyor. Kitabın karakterleri de bu üç alanda dağılmış durumda: bir antikacı, bir Japon yetkili, bir Nazi ajanı, bir Yahudi işçi, bir kadın, bir yazar ve bir… fal kitabı.
Evet, I Ching. Yani Çin kehanet kitabı. Karakterler, hayatlarında ne yapacaklarına karar verirken zar atmıyorlar – çubuk sallayıp kehanete başvuruyorlar. Sadece karakterler değil, Dick’in bizzat kendisi bile bu kitabı kullanarak romanın sahnelerini yazmış. “Ne saçmalık!” diyenlere: evet, bu saçmalığın içinde gizli bir mantık var. Ve bu, akıl yürütmeyle değil sezgiyle çalışan bir evren.
Juliana ve Özgürlüğün Hayaletleri
Juliana Frink, romanın belki de en az sistematik ama en çok sezgisel karakteri. Çünkü onun karakter yolculuğu, romanın merkezindeki büyük soruyu ateşliyor: Gerçek nedir? Juliana, bir noktada Yüksek Şatodaki Adamı – yani yeraltı romanını yazan Abendsen’i – bulmak üzere yola çıkıyor. Tıpkı okuyucunun da bu kitabı okurken gerçeğe ulaşmak için çıktığı ama asla ulaşamayacağı o sonsuz yürüyüş gibi.
Juliana’nın yaşadıkları sadece politik değil, aynı zamanda metafizik bir sorgulama. Kime güvenilir? Neyin gerçek olduğuna kim karar verir? Görünen mi önemlidir, görülemeyen mi?
Romanın İçindeki Roman: Gerçeğin Kopyası mı, Uydurması mı?

Yüksek Şatodaki Adam romanında, karakterler bir başka roman okuyor: Çekirge Ağır Yük Taşır. Bu romanda ise Müttefikler savaşı kazanmış. Yani biz, kaybedenlerin kazandığı bir evrende, kazananların yazdığı bir kurmacayı okuyoruz. Hatta öyle ki bu kurgu, karakterlerin içinde yaşadığı “gerçek” dünyayı tehdit ediyor. Çünkü onlar da yavaş yavaş şüpheleniyor: Belki de yaşadığımız dünya “doğru” olan değil.
Evet, kafamız güzel. Ama Dick bunu bilerek yapıyor. Çünkü hakikatin de bir kurgudan ibaret olduğunu göstermek istiyor. Hani diyoruz ya bazen, “Ben bu hayatta bir yabancı gibiyim.” Dick’te, herkes o yabancı. Herkes başka bir evrenden sızmış gibi.
Nazilerin İdeal Dünyası: Teknoloji + Terör
Romanın Nazi kanadı tam bir kâbus distopyası. Mars’a koloni kurmuşlar, Afrika’da soykırımı sistematik hâle getirmişler, New York’a atom bombası atabilecek kadar güçlenmişler. Ama ironik biçimde, bu gücün ardında korkunç bir kırılganlık var. Çünkü onlar bile Yüksek Şatodaki Adamın yazdıklarından tedirgin.
Yani bu hikâye, yalnızca “kazananın dünyası” değil; aynı zamanda “kazananın paranoyası”.
Dizi Uyarlaması: Evet evet, güzel olmuş ama ruhu eksik

Amazon Prime’ın yaptığı dizi uyarlaması, romanın evrenini genişletti ama Dick’in metin altı çılgınlığını, o zihinsel labirent hissini tam olarak taşıyamadı. Görsel bir şölen var, karakterler derinleştirilmiş, hatta bazıları hikâyeye yeni eklenmiş. Ama romandaki “şu an neye inanacağımı şaşırdım” hissi eksik. Çünkü Dick’in gücü, olay örgüsünde değil; hissettirdiklerinde.
Dizi, gerçeğin katmanlarını açmak yerine onları süslemeyi tercih ediyor. Yani biraz plastik bir gerçeklik. Oysa Dick’in yarattığı dünya, tıpkı bizimki gibi: kırılgan, tutarsız ve acı verici biçimde olasılıklarla dolu.
Gerçek varsa bile ulaşamayacağız, ama sormaktan da vazgeçmeyeceğiz
Yüksek Şatodaki Adam, bir roman değil; bir içsel deprem. Üstünü örttüğümüz ne varsa – tarih, kimlik, inanç, gerçeklik – hepsini usulca kaldırıyor ve altına bakmamızı istiyor. Korkunç olan ise şu: Altında hiçbir şey yok.
Philip K. Dick’in bu romanla yaptığı şey, sadece “ya tarih başka yazılsaydı?” yı sormak değil. “Ya zaten başka yazıldıysa ve biz o versiyonda yaşamaya devam ediyorsak?”ı sormak. Ve bu soru, tek bir evrende değil, her evrende yankılanacak kadar derin.
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!