Atatürk'ün Din Anlayışı: Yaptığı Köklü Değişimler ve Kuranî Temeller Üzerine Bir Analiz
Öncelikle rahmetli babamın da dahil olduğu Atatürk’ün din düşmanı olduğu yanlışını düzeltelim. Atatürk din düşmanı değildi, olamazdı da! Zira zihni daima öğrenmeye ve analize açık, cephede dahi kitap okuyan bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk'ün, din gibi insanlık tarihinin merkezinde yer alan bir olguya karşı basit bir düşmanlık beslemesi entelektüel bir olasılık dışındadır. Nitekim, Gustave Le Bon ve Freud gibi -kişisel inançları ne olursa olsun- sosyal bilimcilerin de ortaya koyduğu üzere, din, toplumların varoluşsal ve ahlaki dokusunu şekillendiren temel unsurlardan biridir. Atatürk'ün, bu sosyolojik gerçekliğin farkında olan derin bir stratejist olduğu göz önüne alındığında, onun din hakkındaki sözlerini ve icraatlarını, yüzeysel bir tartışmanın ötesine geçerek, hem resmi söylem hem de dayandığı dini referanslar bağlamında anlamak elzemdir.
Türk Tarih Kurumu'nun resmi internet sitesinde yer alan ve laiklik ilkesini açıklayan metinler, Atatürk'ün dinle olan ilişkisini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu belgelerde kendisinin Allah'a olan inancı ve İslam dinine saygılı bağlılığı vurgulanır. Atatürk'ün kendi sözleri de bu çerçeveyi doğrular niteliktedir:
“Bizim dinimiz en mâkul ve en tabiî bir dîndir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.”
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddî çıkar temin edenler, iğrenç kimselerdir.” “ (https://ttk.gov.tr/ataturk-ilkeleri/)
Bu ifadeler, dinin toplumsal hayattaki nesnel ve rasyonel yerine vurgu yaparken, aynı zamanda dini istismar eden yapılanmalara karşı da net bir tavır ortaya koymaktadır. Peki, bu tavır sadece kişisel bir görüşten mi ibarettir? Aksine, onun bu yaklaşımının, Kur'an-ı Kerim'in birtakım temel prensipleriyle derin bir uyum içinde olduğu görülmektedir. Şimdi ilgili ayeti ve cümleleri vereyim.
- Hadid-27: “Ruhbanlığı ise kendileri uydurdular. Biz onu kendilerine yazmadık. Ancak onlar Allah'ın rızasını kazanmak arzusu ile bunu yaptılar; ama buna gereği gibi de uymadılar. Onlardan da inananlara ödüllerini verdik. Onların çoğu yoldan çıkmışlardır.”
Görüldüğü gibi ayet, ruhbanlık kurumunun ilahi bir emir değil, sonradan ortaya çıkmış bir beşeri uygulama olduğunu belirterek konuya dair tartışmaları temelinden ele alır: '...Ruhbanlığı ise kendileri uydurdular. Biz onu kendilerine yazmadık.' Bu ifade, din adına oluşturulan sınıfsal aracı kurumların ilahi dayanağının olmadığını evrensel bir ilke olarak ortaya koyar. Benzer şekilde, Tevbe Suresi 34. Ayetini vereyim.
- Tevbe-34: 'Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar ve Allah'ın yolundan alıkoyuyorlar.'
İlginçtir, nedense Müslümanlar çoğu zaman bu uyarının yalnızca Hristiyan rahiplere ve Yahudi hahamlara yönelik olduğunu düşünerek, mesajın kendileri için de taşıdığı kritik önemi göz ardı edebilmektedir. Oysa ayet, 'Ey iman edenler!' hitabıyla başlayarak, sadece belirli bir topluluğu değil, tüm Müslümanları, dini otorite iddiasındaki kişilerin yol açabileceği maddi ve manevi sömürüye karşı uyarır. Dolayısıyla “Ey iman edenler” diye başlaması muhatabının genelliği, uyarının kapsamının da geniş olduğunu gösterir. Ayrıca Peygamberimizin zamanında tarikatlar mezhepler şeyhler yoktu ki ayet onları da ansın, öyle değil mi? Eğer olsaydı ayet o grupları da anar bu listeye dahil ederdi. Peygamber döneminde kurumsal anlamda tarikatlar olmaması, bu ayetin, zamanla ortaya çıkacak ve din adına benzer bir konum elde edecek tüm yapılanmaları da kapsayacak bir prensip içerdiği açıktır. Kaldı ki, doğrudan Müslümanları kasteden ayet de var.
- Enam-159: 'Dinlerini parça parça edip ayrı ayrı gruplara ayrılanlarla senin hiçbir alakan yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, kendilerine ne yaptıklarını haber verir.'
Bu ayet, doğrudan Peygamberimize hitap ederek, dinde fırkalara ayrılanların onunla bir bağının olmadığını bildirmektedir. Düşünsenize, Yahudiler ve hıristiyanlar zaten kendilerini bizim peygamberimizle ilişkilendirmezler. Öyleyse bu ayet yalnızca Kur’an’a, bizim peygamberimize tabi olduğunu iddia ederek dinde bölünen fırkalara ayrılan grupları kastediyor. Dolayısıyla bu ayet, bölünmüşlüğün değil, bütünlüğün merkeze alındığı bir din anlayışının teyididir.
İşte, Kur'an'ı derinlemesine anlamış bir devlet adamı olan Atatürk'ün yaptığı, bu ilahi prensipleri, modern bir toplum inşasının gereklilikleriyle harmanlayarak hayata geçirmek olarak yorumlanabilir.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurarak dini hayatı devlet garantisi altında rasyonel bir çerçeveye oturtma çabası ve din eğitimini modern okullara (İmam Hatip Liseleri) taşıyarak onu 'akla ve bilime emanet etme' gayreti, dinin istismar edilmeden, aslına uygun (sahih) bir şekilde yaşanmasına yönelik köklü bir hizmettir.
Bu aynı zamanda, samimi bir inançla bu gruplara katılan insanları da, tabi olunan liderlerini de Kur'an'a aykırı yapılanmadan korumaktır. Zira ayetlerin de işaret ettiği gibi bu yapılar, ilahi mevzuat dışıdır yani mevzuatta yoktur. Neden bu yapıların mevzuatta olmadığı da Kur’an’da net olarak açıklanmıştır.
- Hac-52: 'Biz senden önce bir resul ve bir nebi göndermedik ki, o bir şey yapmak arzu ettiğinde, şeytan onun arzularına şüpheler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheyi derhal giderir. Sonra da Allah, ayetlerini güçlendirir. Allah, bilendir, hikmet sahibidir.'
Bu ayet, Peygamberimiz dahil tüm peygamberleri katarak, hiçbirisini şeytanın vesvesesinden mutlak anlamda muaf olmadığını, ancak Allah'ın ayetleriyle onları temizleyip düzelttiğini, nihai olarak vahyiyle hükmünü gerçek kıldığını bildirir. Bu durum, ilahi denetim altındaki bir peygamberin bile -Allah'ın son müdahalesiyle düzeltilen- ciddi yanılgı riski taşıyabildiğini gösterir. Öyleyse, aynı ilahi denetime tabi olmayan ve kendilerine ruhbanlık atfeden diğer dini liderlerin vahim hatalara sapma ihtimali kaçınılmazdır. İşte bu yüzden Allah, niyetler iyi de olsa, ruhbanlık kapısını temelden kapatmıştır.
Sonuç itibarıyla, iyi niyetle de olsa ortaya çıkmış mezhep, tarikat ve cemaat gibi yapılanmalar, tarihsel ve sosyolojik birer realite olarak karşımızda dursa da, Kur'an'ın yukarıda zikredilen ayetleri, din ile birey arasına kurumsal aracıların girmesini onaylamadığını temel bir mevzuat dışılı olduğunu dile getirir...
Bu çerçevede, Muhammed Suresi 7. ayet üzerine düşünmek anlamlı olabilir: 'Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.' Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, Atatürk ve arkadaşları Milli Mücadelede yedi düvele karşı mucizevi bir başarıya ulaşmışlar ve modern Türkiye'nin kurmuşlardır. Sonrasın da Atatürk dinde, Kuran’a uygun olduğunu düşündüğü, yani istismar edilen değil, özüne döndürülen bir değer olarak köklü değişiklikler yapmıştır, elbette Allah onun bunları yapacağını biliyordu. O zaman, acaba, tüm bu mucizevi gelişmelerde ayette bahsedilen ilahi bir yardım olabilir mi? Üzerinde derinlemesine tefekkür etmekte fayda var gibi. Bunu da bir düşünün.
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!

