Gazze: Bir Savaşın Altında Kalan İnsanlık
7 Ekim 2023’ten bu yana süren Gazze–İsrail çatışması, en büyük yarayı yine sivillerin yaşamında açtı. Resmî ve sahadan gelen farklı raporlar arasında sayılar değişse de tablo net: on binlerce insan hayatını kaybetti, yüz bini aşkın kişi yaralandı. Bu kayıpların içinde kadınların ve çocukların oranı ürkütücü düzeyde. Yani savaşın ağırlığı, esasen kendini savunacak imkânı olmayanların omuzlarına bindi.
Gazze’de savaş, sadece istatistiklerle anlatılamayacak kadar derin bir yıkım bıraktı: altyapı çöktü, barınma krizi patladı, ilaç ve tıbbi malzemeler tükendi, su ve elektrik kesintileri sıradanlaştı. Okullar, hastaneler, ibadethaneler, yollar ve mahalleler… Bir bütün olarak şehir hayatı çözüldü; fiziksel yıkımla beraber toplumsal doku da ağır yara aldı.
7 Ekim: Neden ve Nasıl Gerçekleşti?

Gazze savaşı, 7 Ekim sabahı Hamas’ın “El-Aksa Sel” adıyla başlattığı, roket atışlarıyla eşzamanlı kara sızmalarını içeren geniş çaplı saldırıyla başladı. Sınır hatları aşıldı, İsrail’in içlerine kadar girildi, rehineler alındı. Bu ölçekte bir operasyon, tek başına Hamas’ın kapasitesiyle açıklanamayacağı için pek çok gözlemci İsrail tarafındaki ciddi güvenlik ve istihbarat zafiyetlerine dikkat çekti.
Savaş öncesi iklimi hatırlayalım: İsrail siyasetinde aşırı sağın yükselişi, Batı Şeria’daki yerleşimci hareketin fütursuzca genişlemesi ve kurumların, özellikle yargı ve bürokrasinin, siyasetin ağır baskısı altında zayıflaması. Üst düzey istifalar, kurumsal dağınıklık, “güç kimde?” sorusunu bile tartışmalı kılan bir atmosfer… Bütün bunlar, güvenlik aygıtının odağını dağıtmış olabilir. Ayrıca bölgesel normalleşme hamleleri, Filistin meselesinin diplomatik öncelik listesinin alt sıralarına itilmesine yol açtı. Bu da “kaybedecek bir şey kalmadı” duygusunu besledi. Hamas’ın, İsrail’i bu kadar hazırlıksız yakalayabileceğini bizzat kendisinin de öngörmediği; ama oluşan boşluğu sonuna kadar kullandığı anlaşılıyor.
Kısacası 7 Ekim, yalnızca bir “saldırı” değil; iç zafiyetler, ideolojik körlükler ve bölgesel jeopolitiğin kesiştiği bir kırılma anıydı.
Savaş Bir Seçenek Miydi?
Yaklaşık bir asırlık deneyim bize şunu söylüyor: savaş, çözüm değil, krizi yeniden üreten bir sarmal. 1948 Nakba’sıyla yüz binlerce Filistinli yurdundan edildi; sınırlar ve demografi altüst oldu. 1967 Altı Gün Savaşı Gazze, Batı Şeria (Doğu Kudüs dahil), Golan ve Sina’da yeni bir işgal düzeni kurdu; statüsüzlük derinleşti. 1973 Yom Kippur, askeri dengeleri yer yer sarssa da kalıcı barış getirmedi.
1987–1993 Birinci İntifada, taş ve sivil itaatsizlikle dünya kamuoyunu harekete geçirdi; Oslo’yu mümkün kılan zemini hazırladı. Ama Rabin suikastı umutları tüketti; yerleşim faaliyetleri artarak sürdü. 2000–2005 İkinci İntifada, şiddetin sınırlarını zorladı; bedeli ağır oldu, siyasal ufku daralttı. İsrail’in Gazze’den çekilişi ise Filistin siyasetini Gazze’de Hamas, Batı Şeria’da El Fetih olarak iki “husumetli kardeşe” böldü; ortak strateji üretme kapasitesi düştü.
Obama döneminde “en azından normalleştirelim” anlayışıyla yürütülen girişimler ve 2013–14’te Kerry’nin yoğun diplomasisi de sonuç vermedi. Masada kalan iki devletli çözümün bile kendi içinde zor soruları vardı: Batı Şeria’daki yerleşimlerin kaderi, Doğu Kudüs’ün statüsü, mültecilerin dönüş hakkı, A–B–C alanlarındaki idari ve güvenlik düzenekleri… Yerleşimci nüfus artmaya devam etti; idari kontrol haritası gerçekliği, harita üzerindeki çizgilerin önüne geçti. Öte yandan tek devlet önerisi, eşit vatandaşlık temelinde bir demokrasi hayalini değil; pratikte Filistinlileri ikinci sınıfa iten bir apartheid düzenini işaret eden çevrelerce dillendirildi. Bu da etnik temizlik çağrışımlı fikirlerin meşrulaştırılmasına kapı araladı.
Sonuç ortada: Savaş ve zor, kalıcı çözüm üretmedi; kayıpları katladı, siyasal kanalları tıkadı, toplumsal barışı erteleye erteleye büyüttü.
7 Ekim Sonrası: Soykırıma Varan Bir “Kolektif Cezalandırma”

7 Ekim’i izleyen aylarda Gazze’ye uygulanan politikaların geniş bir kesim tarafından “kolektif cezalandırma” ve hatta “soykırım” olarak tanımlanması boşuna değildi. Yardım geçişleri durduruldu ya da sınırlı tutuldu; elektrik, yakıt ve su kesintileri derinleşti; ulaşım ve lojistik noktaları felç edildi. Bu tablo, askeri hedeflerin ötesine geçen bir toplumsal çökertme stratejisi görüntüsü verdi.
Sivil mekânların hedef alınması, acıyı katladı: camiler, kiliseler, hastaneler, okullar, elektrik ve su altyapısı… Çocuk, kadın, yaşlı demeden sivillerin yoğun kayıpları, savaşın “kollateral hasar” retoriğine sığdırılamayacak ölçekteydi. Uluslararası camiada artan tepkiye rağmen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi zemininde alınabilecek kararlar, büyük güçlerin siyasi hesaplarına takıldı; özellikle ABD vetoları, diplomasinin etkisini sınırladı. Washington’daki yönetimler ise çoğu zaman “İsrail’in güvenliği” söylemine sıkışarak sahadaki insani felakete yeterince ağırlık veremedi.
Bu döneme dair en soğuk cümle şu: Gazze, yaşanmaz hale getirildi.
Barış Görüşmeleri ve Ateşkes: Kanın Durması

Küresel kamuoyunun artan baskısı, bölge ülkelerinin devreye girmesi ve iç siyasetlerde yükselen maliyetler, tarafları ateşkese ve görüşmelere itti. Karşılıklı rehine ve tutuklu serbest bırakmalarıyla insanî bir nefes aralandı; geçişlerde insani yardım konvoylarının önü kısmen açıldı. En azından akan kanın durduğu, yaraların sarılabileceği bir zaman aralığı doğdu.
Bu noktada Türkiye’nin barış çabaları, özellikle Kahire ve Doha temaslarında oynadığı arabulucu rol dikkat çekti. Ankara, hem insani yardım koridorlarının açılması hem de rehinelerin takasında aktif biçimde devredeydi. Türkiye’nin diplomasi trafiği, sürecin hızlanmasına önemli katkı yaptı.
Öte yandan, Amerikan iç siyasetinde Donald Trump’ın “Nobel Barış Ödülü alma sevdası” olarak da yorumlanan kişisel girişimleri, İsrail üzerinde uluslararası baskıyı artırdı. Trump, hem imajını tazelemek hem de bölgedeki etkisini yeniden kurmak amacıyla devreye girdi.
Ama kimse kendini kandırmasın: kalıcılaşmamış bir ateşkes, tek bir provokasyonla buharlaşabilir. Ateşkesin sürmesi; sahada güvenliği tesis edecek etkin bir istikrar gücüne, izleme ve denetim mekanizmalarına, silahsızlanma ve kaçak hatların kesilmesine, yeniden inşanın planlı ve adil yürütülmesine bağlı. Hamas’ın silah bırakması, yalnızca çağrıyla değil; güvenlik garantileri ve siyasal temsil kanallarıyla mümkün olabilir. İsrail’in yeniden topyekûn saldırıya dönmesini meşrulaştırabilecek zeminler de ancak böyle daraltılır.
Bu nedenle süreç; bölge ülkeleri, uluslararası aktörler ve Batı başkentleriyle koordinasyon içinde, temkinli ve adım adım yürütülmeli.
Umut Yaratan Yıkıntılar: Yeniden Kurmak

Gazze’de hayat yeniden filizlenebilir. Bunun yolu, sadece “tanımak”tan değil, gerçekten işleyen bir Filistin devletini kurmaktan geçiyor. Geçiş yönetimi; Gazze’yi de kapsayan, adil temsil ve hesap verebilirliği önceleyen bir yapıyla tesis edilmeli. Silahsızlanma, sınır güvenliği ve geri dönüş süreçleri için bağımsız gözetim ve denetim mekanizmaları kurulmalı. Betonarme binalar kadar; sağlık, eğitim, psikososyal destek ve toplumsal uzlaşı programları da öncelik olmalı.
Barışın sürdürülebilir olması için Türkiye gibi bölgesel güçlerin, Arap ülkelerinin ve Batılı aktörlerin eşgüdüm içinde çalışması şart. Yalnızca diplomasi değil, adalet duygusu da yeniden inşa edilmeli.
Ve sonunda ulaşmak istediğimiz yer şu: Filistinlilerin özgürlüğü ve refahı, İsrail’e de gerçek güvenlik ve meşruiyet getirir. Birlikte, eşit, iki devletli bir yaşam mümkün. Yeter ki savaşın öğrettiği basit hakikati artık ciddiye alalım: Zor, çözmez. Çözen; akıl, sabır, hukuk ve insandır. Dünyada barış daim olsun.
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!