onedio
article/comments
article/share
Haberler
Ruh El Yapımıysa, Kim Ustamız?

etiket Ruh El Yapımıysa, Kim Ustamız?

Bir yazarla değil, bir tanıkla karşı karşıyayız bu kez. Elinde kalem değilmiş gibi yazıyor Gürkan Sekmen; sanki içeriden biri, sanki olup biteni gerçekten yaşamış da artık anlatmak mecburiyetinde kalmış biri gibi. İlk romanı El Yapımı Ruhlar, öyle sadece bir kurgu değil. Bir zamanın gençliğini, o gençliğin boşluklarını, ideallerle yalanlar arasında sıkışmış ruh hallerini ifşa eden edebi bir yüzleşme.

Bu kitap bir tarikat romanı değil, öyle olsa kolay olurdu. Bu kitap, bir insanın içini boşaltıp sonra tekrar doldurmayı vaat eden her yapının nasıl işlediğini, kimlerin bu yapıları neden isteyerek seçtiğini, karizmanın neye denk düştüğünü ve aidiyetin hangi açlığı doyurduğunu anlatıyor. Merkezinde Sîna adında bir figür var — peygamber değil ama öyle görünen biri. İnanan değil ama inandıran biri. Ama işte mesele de burada başlıyor: İnanç ne zaman başlar, inandırma nerede biter?

Sekmen’in dili kimi yerde neredeyse bir şiir kadar içli, kimi yerde ise sarsıcı biçimde keskin. Tüm bunların ortasında, üniversite yıllarında savrulan bir gencin arayış hikâyesi var; aslında hepimizin hikâyesi. Çünkü bu roman, sadece bir karakterin değil, bir neslin “ben neyim?” sorusuyla yüzleşme hali. Ve ne yazık ki o yüzleşmede kimsenin alnı ak değil.

Gelin, Gürkan Sekmen’le yalnızca bir romanı değil, o romanın etrafında şekillenen suskunlukları, soruları ve yanıt sandığımız boşlukları konuşalım. Bu röportaj bir röportajdan fazlası: bir döneme, bir kuşağa, bir dağınıklığa tutulmuş ayna gibi.

İçeriğin Devamı Aşağıda chevron-right-grey
Reklam

+ 'El Yapımı Ruhlar' da her karakter kendi boşluğuyla savaşıyor. Sizin hayatınızda ruhunuzu şekillendiren en büyük boşluk neydi?

+ 'El Yapımı Ruhlar' da her karakter kendi boşluğuyla savaşıyor. Sizin hayatınızda ruhunuzu şekillendiren en büyük boşluk neydi?

- Zaten hayat boyu içimizdeki boşlukları bir şeylerle doldurmaya çabalamıyor muyuz? Bizi içine doğduğumuz döneme ve coğrafyaya karşı savunmasız yapan da bu boşluklarımız. Onları neyle dolduruyorsak o şeye dönüşüyoruz aslında. Yoksunluğunu hissettiğimiz şey, itibar, güvenlik, sevgi, ait olma, onaylanma, anlaşılma her ne ise, onu bize vaat edene karşı istemsizce çekiliyoruz. Tabi bu zaaflarımızdan dev endüstriler yaratan bir dünya var karşımızda. Beynimizin içine sızan, zihinsel zaaflarımızı çözmüş bir dünya burası. Bizi şekillendiriyor, bize mutluluk ve başarı tanımları dikte ediyor. Gerçekte bize ait olmayan bu mutluluk ve başarı tanımlarıyla kendimizi yargılama tuzağına düşürüyor çoğumuzu. Bu tuzağın çok daha sıkı örülmüş bir mekanizması var romanda. Ben, farkına varmadığımız zaaflarımızın bizi nasıl yönettiğini anlatmaya çalışıyorum hikayemde.

Benim boşluklarıma gelince; dolduğunda beni tamamlamayan boşluklardan kurtulmaya çalışıyorum bir süredir. Dipsiz kuyu gibi doldukça daha fazlasını isteyen boşluklara kanmamaya gayret ediyorum. Onları doyurmak mümkün değil çünkü. Bunlar bedeni çöp gıdalarla beslemek gibi. Sadece açlığı arttırıyor. Gerçek ihtiyaçlarsa tatminsiz kalıyor. Benim boşluğum hepimizde var olan çocuksu bir duygu sanırım, ailesine çizdiği resmi göstermeye çalışan bir çocuğun paylaşma, anlaşılma, kendini ifade etme arzusu. Ben yarım asrı geçen bir süredir bu garip dünyanın ve ülkenin görgü tanığıyım. Bu tanıklığı edebiyat aşkıyla birleştirip hikayelerle paylaşma arzusu benim boşluğum. Hepimiz yaşadığımıza bir tanık arıyoruz ve belki de bu arayış bir kitaba dönüştüğünde içimizdeki boşluk tatmin buluyor.  

+ Kitabın başındaki aynaya bakma sahnesi son derece çarpıcı. Kendinize hiç ‘neden pişman değilim?’ diye sorduğunuzda gerçekten cevabınız hazır mıydı?

- Hazır diyemem tabii. Klişe olacak ama üzerinden zaman geçtikten sonra hepimiz biliriz ki en çok hatalarımızdan öğreniyoruz. Ama hata yapmakla kendine ihanet etmek başka şeyler. Kendi potansiyeline, değerlerine ve hayallerine ihanet ettiğinde durum değişir. O zaman gönül yaraları ve pişmanlıklar ortaya çıkıyor. Ben kendi adıma yaptığım aptallıklardan pişman değilim. En sonunda gülüp geçebiliyor insan. Zayıflıklarla yüzleşmek de çok öğretici. Çünkü kibri başka türlü yenmek mümkün değil. Kendimi yetersiz, aptal, zayıf ve acemi gibi hissettiğim anlardan da pişman değilim mesela. Bol hata ama az ihanet olduğu için de hiç pişman değilim. “Keşke kendimi bu duruma düşürmeseydim” demiyorum kendime. Sana bir şey öğrettiyse pişmanlığa değil tecrübeye dönüşüyor hataların neticede. Belki de asıl korkumuz zannettiğimiz kişi olmadığımızla yüzleşmektir. Bu narsistik yaralanmalar yaratabiliyor ve çok can yakıyor tabii. Ama diğer yandan böyle hissetmek içsel sorgulamaları ve gelişim arzunu törpülüyor. İnsan böyle sarsılmadan, yüzleşmeden teselli mekanizmalarını aşamıyor. İnsanda acı çekmekten kaçan ve hep kendisini temize çıkaran otomatik bir dahili mekanizma var. Ama o zaman da donup kalıyor, kendini tekrar edip duruyor.

Romanın kahramanı açılıştaki kendisiyle yüzleşmesini şöyle bitiriyor: “Acı çekmekten değil çektiklerimizin bir anlamı olmamasından korkmalıyız.” Yaşadığın şeyi egonun çarptırmalarına yem etmeden, kendini soyutlayarak izlemeyi başardığında “anlam” hayatında bir yere oturuyor sonuçta. O zaman da pişmanlık yakanı bırakıyor. Romanın henüz yayınlanmamış ikinci cildinde yanılgıların, aldanmanın ve acıların nasıl bir insanı dönüştürdüğünü görecek okur. Bu bir çeşit kötü adamın yarattığı iyi adam teması aslında.

+ Sîna karakteri bir peygamber değil ama bir ‘inanılan’. Karizmanın kötüye kullanımı hakkında hangi tarihsel figürlerden ilham aldınız?

+ Sîna karakteri bir peygamber değil ama bir ‘inanılan’. Karizmanın kötüye kullanımı hakkında hangi tarihsel figürlerden ilham aldınız?

- Evet özellikle bahsettiğin karakteri yaratırken bazı tarihi kişiliklerden çok yaralandım. Özellikle de yakın tarihteki aşina gelebilecek kişiliklere göndermeler yaptım. Tarihe meraklı okurlar için küçük ip uçları verdim. Kendileri bulursa daha heyecanlı olur, sürprizi bozmayayım. Bu arada ilham aldığım tarihi kişiliklerin ortak bir özelliği var. Onlar “İdealist pasoniye” denilen bir liderlik hastalığından mustaripler. Tutkulu idealizm olarak da çevirebiliriz.  Hezeyanlarla beslenen ve hedefine ulaşmak için tüm ahlaki sorgulamalardan, empati duygusundan azade bir liderlik tipi. 

Ülkülerine öyle delicesine kitlenmişler ki hayatta başka hiçbir şeyin ehemmiyeti yok onlar için. Kendilerini adadıkları mefkureyle yatıp kalkıyorlar. Buna Hitler hastalığı da deniliyor. Örneğin Hitler ülkesini yıkıma sürükledikten sonra “Alman halkı benim ideallerimi hak etmedi” diyor. Aynı zamanda narsist ve makyavelist bu liderlik tipi hem geçmişte hem de günümüzde doğal olarak çok başarılı oluyor. Çünkü onların ihtiraslarına adanmışlığı iyilerin erdemlerine bağlılığından çok daha güçlü. Buna “Delilerin şerefine” diyorum! Roman bu liderlik tipinin kazandığı distopik bir dönemde geçiyor ve psiko- tarihçiler tarafından “Şeytanın Boynuz Takma Töreni” olarak betimleniyor. Sonra da “Doğumun Ölümü” yılları geliyor.

+ Toplumsal hafızada 'lider', çoğu zaman 'kurtarıcı'ya dönüşüyor. Peki sizce bir toplum neden kurtarılmak ister? Neden kurtarılmak ister?

- Bence cevap basit. Çünkü kendisini kurban olarak görmeyi sever. Aslında toplumlar da bireyler de kendini masumlaştıracak hikayeler satın almayı eğilimlidir. Ama kendini masumlaştırırken kendini kurbanlaştırdığının farkına varamaz. Kurban kendi kaderini belirleme iradesini kaybettiğinde kahraman imdada yetişir. Ona hem kurtuluş vaad eder hem de sorumluluğu üstüne yıkacağı bir suçlu bulur. Böylece kitle avutulmuş olur. Tanıdık gelen “Siz masumsunuz, asıl suçlu dış güçler” masalı o yüzden doğu toplumlarında çok satar. Bu masalda kurbanı, içine düştüğü sefaletin müsebbibi olan suçludan kurtarmaksa doğal olarak kahramanın misyonudur. Kurban, suçlu ve kahraman hikayesinin sosyolojideki adı “Drama Üçgeni”. Tarihe şöyle bir baktığımızda toplumların karşılaştıkları krizler karşısında drama üçgeninden üretilmiş hikayeleri kolayca satın aldığını görürüz, “kahramanların” o topluma bedelinin uzun vadede çok yüksek olduğunu da. Sonuçta kitlenin kolektif bilinçaltlarında böyle bir kodlama çalışıyor bence. Aslında bu duruma kahramanla kitle arasındaki bir çeşit ebeveyn-çocuk ilişkisi de diyebiliriz. O yüzden kitle “Kurtar bizi baba” sloganlarını seviyor. Kitlenin olgunluk yaşı düştükçe kendisine kurtarıcı bir baba figürü arıyor. Yani kurtarıcı enflasyonunun sebebi aslında kurbanın talepleri. O yüzden asıl sorumlunun kendisini kurbanlaştıran kitlede olduğunu görmek toplumların tarihinde çok zaman almış. Benim romanda da okur bu drama üçgeninden esintilerini görecek.

+ Ava hem baştan çıkarıcı bir figür hem de grubun vicdanı. Onun ilham kaynağı gerçek bir karakter miydi yoksa bir sembol mü?

+ Ava hem baştan çıkarıcı bir figür hem de grubun vicdanı. Onun ilham kaynağı gerçek bir karakter miydi yoksa bir sembol mü?

- Roman karakterlerinin ne kadar gerçek olduğu tartışmalı bir konu. Tolstoy Anna Karanina’nın intiharıyla yıkılırken onun gerçek olmadığını kim iddia edebilir? Ava benim için gerçek biri. Ruhu aşkıyla aidiyeti, vicdanıyla duygusal zaafları arasında paramparça olmuş. Çocukluğundaki sahiplenilme boşluğunu doldurmaya uğraşıyor. Ama bu boşluğu dolduran topluluğun büyük bir talebi var. Sonunda Deniz kızı masalında olduğu gibi deniz köpüğüne dönüşmekle eline verilen hançeri kullanmak arasında bir seçimle karşı karşıya kalıyor. Önce insanı saran sonra da sarsan bir hikâye. Güç aşkı aşkın gücünü ezebilir mi? Ava’da okur bu sorunun cevabını arayacak. Umarım Ava okur için de benim hissettiğim kadar gerçek olur.

+ Romanın başlığı: 'El Yapımı Ruhlar.' Bugünün dünyasında ‘doğal ruh’ hâlâ var mı sizce, yoksa hepimiz fabrika çıkışlıyız?

- Zaten meselede burası. Bizi her gün kendine benzetmeye çalışan bir dünya da bizde kendimizi inşa etmeye çabalıyoruz. Bu kendi özgünlüğümüzü keşfetmeyle anonim bir kimliğe, alelade bir bene dönüşmek arasındaki bir çatışma. Yeni dünya bizi kendine benzetme konusunda son derece donanımlı. Propaganda araçları beynimizin içene girip zihinsel modellerimizi kolayca yeniden programlayabiliyor. Bu iş için milyar milyar dolarlık bir bütçesi var. Sonuçta bu bütçeyi de bize ödetiyor. Çoğunluğa uyum davranışları sergileyen zihinsel devremizi çok profesyonelce manipüle edebiliyor. O yüzden bu dev endüstriye karşı koymak için bizim de çok donanımlı olmamız gerekiyor. Aslında bu bir çeşit gönüllü kölelik. Görünmez demir parmaklıklarıysa dışlanma, onaylanmama, küçük düşme ve mahcubiyet korkularımız. O yüzden kendimizi ait hissetmek istediğimiz sosyal sınıf her ne ise onun dayattığı sosyal normlara bilinçsizce boyun eğiyoruz. Çünkü ne kadar değerli olduğumuzu bu normlar belirliyor. Sosyal medyada birbirinin kopyası milyonlarca avatara baktığımda aynı fabrikanın mamulleri olduğu fikrine bende kapılıyorum. Bu insanın kendi kıyaslanamazlığını, sahiciliğini ve biricikliğini kaybettiği yer. “El Yapımı Ruhlar” bu sosyal mühendisliğin nasıl çalıştığını ve zihinsel zaaflarımızı nasıl istismar ettiğini anlatıyor.

+ Kahramanınız bir arayış içinde. Ama romanın sonunda aradığı şeyi mi buluyor, yoksa sadece kaybolmaya gönüllü mü oluyor?

+ Kahramanınız bir arayış içinde. Ama romanın sonunda aradığı şeyi mi buluyor, yoksa sadece kaybolmaya gönüllü mü oluyor?

- Kahramanımızın çelişkisi de burada. O kendisine soruyor. “Vicdan sahibi biri olmanın yalnızlığından kurtulup herkesle beraber müşterek hezeyanın o karanlık akıntısına mı bırakmalıydım kendimi? Zaten romanın kahramanlarının da benzer içsel sorgulamaları var.

Romanın sorduğu soruda buraya kitleniyor: İnsan neyin peşinden gitmeli? Bir yanda aşkın, dostların ve emek verdiğin her şey, diğer yanda inandığın doğruların olsa hangisini seçerdin? Gerçekle illüzyon arasında kaybedeceklerine rağmen kendin kalmayı başarabilir miydin?

İyi kararların kısa vadeli bedelleri ama uzun vadeli faydaları olur. Kötü karalarında kısa vadeli konforu ama uzun vadeli bedelleri. Romanın kahramanları bu aşamada verdikleri kararlarla şekilleniyorlar.

+ Romanın neredeyse tüm karakterleri bir tür 'yolculuğa çıkıyor.' Siz bu romanı yazarken nasıl bir içsel yolculuktan geçtiniz?

- Gerçekten de roman yazmak içsel bir yolculuk. Yolculuğun başlangıcı sorular ve endişelerle dolu. “Acaba” ile başlayan bir sürü soru. İlk önce zannettiği yazar olmadığıyla yüzleşiyor insan. Eğer bu hayal kırıklığını aşarsanız içinizdeki edebiyatçının kıpırdanışlarını hissedebiliyorsunuz. Sonra kurguyu tekrar tekrar yıkıp yeniden inşa etmek gerekiyor. Bazen yazdığınız şeyleri kendi ellerinizle yakmak kendi canınızı da yakıyor. Tabi yayın evlerinden aldığınız retler de hüsran verici. Ayrıca bir de yakın çevre tuzağı var. Fark ediyorsunuz ki içinizdeki edebiyat aşkının dış dünya da büyük bir karşılığı yok. Ben yeni yazmaya başlayanlara Jack Londan’ın Martin Eden’ini çok tavsiye ederim. Kendi biyografisinden esinlenerek yazdığı nefis romanda yazarlığın ne kadar karşılıksız bir aşk olabileceğini çok çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Martin Eden’i ortaokulda okumuştum ve yazmaya o zaman karar vermiştim.

Tabii bu yolculuğun külfetlerine katlanırsanız nimetleri de geliyor. Öncelikle içinizdeki bir dünyaya can verme süreci insanı çok özel hissettiriyor. Bu duygunun bende süper bir kafa yaptığını söyleyebilirim. Yarattığınız karakterler bazen sizi ve hikâyeyi ele geçirip hiç düşünmediğiniz yerlere sürükleyebiliyor. Bu şizofrenik ama size has bir dünya. Ona rahatlıkla sığınabilir ve dış dünyadan taleplerinizi minimize edebilirsiniz. Ayrıca kendinize edebiyat aşkınızdan yeni bir çevre yaratabiliyorsunuz. Ben bu süreçte bir okuma grubu yarattım ve bu grup giderek bir cemiyete dönüşmeye başladı. Yeni bir sürü dostum oldu ve harika insanlarla tanıştım. Yayın evi, kitap evi, editör, tasarımcı, sosyal medya ajansı derken profesyonel ağ kurduğum insanlarla bağ da kurdum aynı zamanda. Bu arada eşim bana, giderek insanları benim kitabımı okuyup sevenler ve ilgilenmeyenler diye ikiye ayırdığımı söylüyor. Kısmen haklı. Bir şeye çok emek harcayınca tarafsızlık zor oluyor. Kitabı hayal etmem on yılımı yazmam beş yılımı aldı. İnsanın yazmaya başladığı kişiyle bitirdiği kişinin aynı kişi olmadığını görmesi özel bir duygu.

+ Post modern toplumlarda aidiyet eksikliği bir salgına dönüşmüşken, ‘inanç toplulukları’ sizce gerçekten bir boşluğu mu dolduruyor, yoksa daha derin bir boşluk mu yaratıyor?

+ Post modern toplumlarda aidiyet eksikliği bir salgına dönüşmüşken, ‘inanç toplulukları’ sizce gerçekten bir boşluğu mu dolduruyor, yoksa daha derin bir boşluk mu yaratıyor?

- Bence aidiyet ruhumuzdaki çok temel bir arayış. Bizler sosyal varlıklarız ve kendimizi sosyal ilişkilerimizin aynasında görmeye ihtiyacımız var. Daha edebi bir ifadeyle hepimiz köklenecek bir toprak arıyoruz. Çünkü içimizde ağaç olmaya çalışan bir tohum var. Tabi ruhumuzdaki her eğilim gibi bunun da aydınlık ve karanlık yanları mevcut. Ait olmaya çalıştığımız topluluk birey olma hakkımızı, kendimize haslığımızı reddederse işte hastalık orada başlıyor. Kendimiz olmayı feda ettiğimiz aidiyet bireysel kimliği eziyor. Bu bir aile de olabilir, bir şirket de bir sosyal sınıf da bir ideoloji ya da inanç da. Tam tersine birey olmakla ben merkezci olmayı karıştırdığımızdaysa bu kez hiçbir yere ait olamamaya ve yalnızlaşmaya başlıyoruz. Benmerkezcilik ve bencillik de bir modern toplum salgını. Bu sefer de aykırı ve çıkıntı tipler modası yayılıyor. Yani bütün mesel ait olmakla birey olmayı dengeleyebilmek. İnsanın ruh sağlığı bu dengede yatıyor bence.

Sonuçta ait olma ve birey olma boşluklarımızdan modern hastalıklar derimizin içine sızıyor ve o boşlukları son derece zehirli şeylerle dolduruyor. Ben açıkçası tüm dünyanın dev bir kült gruba dönüşmeye başladığını düşünüyorum. Bizi doğduğumuz andan itibaren şekillendiriyor, bize kimlikler tanımlar ve normlar dikte ediyor. Kitabı yazmak için o kadar çok kült grup inceledim ki bu dönüşümün tüm emarelerini görüyorum.

+ 'El Yapımı Ruhlar', bir tür ruh mühendisliğini anlatıyor. Peki sizce bir yazar, metinleriyle okuyucunun ruhuna müdahale edebilir mi? Kurgu, gerçekten bir ‘inşa’ mıdır yoksa sadece bir ‘yansıma’ mı?

- Bence en güçlü anlatım biçimi hikayeleştirmek ve kesinlikle bir inşa gücü var. Aslında insanı insan yapan değerler hikayelerle ete kemiğe bürünüyor ve insan ruhuna tesir ediyor. Aksi halde soyut erdemlerin tatsız tuzsuz vaazlara, didaktik söylemlere dönüşme riski var. Kültürlerde de zamanında hikayeler, destanlar, rivayetler ve menkıbeler üzerinden yayılmış. Bu hikayeler bireyleri ve toplumları dönüştürmüş ve yarattığı bilgeliği sonraki nesillere taşımış. Örneğin On Birinci yüzyıl Anadolu irfanı da Horosan erenlerinin hikayeleriyle yayılmış. Modern zamanların hikâye anlatıcıları da yazarlar. Peki bir roman insan ruhunu ve toplumsal bilinci dönüştürebilir mi? Çok örneği var: Tom amcanın kulübesi nasıl Amerikan iç savaşını tetikleyip köleliğin kalkmasına vesile olduysa, Sergüzeşt’te Tanzimat dönemi Osmanlı toplumunda köle kadınların çektiği eziyeti gözler önüne seriyor, toplumsal vicdanı tetikliyor ve avrat pazarlarının kapatılmasını sağlıyor. O yüzden ben popülizmle kirlenmemiş gerçek edebiyatın ve kurgunun dönüştürücü gücüne çok inanıyorum. Herhalde birçok yazarın gönlünde yatan aslan, yazdığı eserle kolektif hafızaya ve toplumsal vicdana bir çentik atmak, insan ruhuna dokunmak olmuştur. Eminim hepimizin eğer okumasaydı eksik kalacağı en az bir romanı vardır.

Bu arada yansımayı da göz ardı etmeyelim. Büyük eserler yaratıldıkları dönemlerin yansımalarını bir ayna gibi sergilemeyi başarmış. Lenin Dostoyevski için, onun eserleri okunmadan Rus Devrimi anlaşılamaz diyor. Romanın büyük bir tanıklık gücü var. Ulusların kaderlerini belirleyen hadiseler toplumsal hafızaya romanla işleniyor. Örneğin Türk tarihinin en büyük travmalarından biri olmasına rağmen Balkan savaşlarının bir romanı olmadığı için toplumsal hafızamızda çok büyük yeri yoktur. Yani roman olmazsa hem eksik kalırız hem de tanıksız.

Instagram

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda chevron-right-grey
Reklam

Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!

category/test-white Test
category/gundem-white Gündem
category/magazin-white Magazin
category/video-white Video
category/eglence BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
10
9
1
1
0
0
0
Yorumlar Aşağıda chevron-right-grey
Reklam