onedio

Silivri Cezaevi Haberleri

Silivri Cezaevi ile ilgili tüm haberler, içerikler, galeriler, testler ve videolar Onedio’da. Silivri Cezaevi ile ilgili son dakika haberleri ve gelişmelerini, yeni içerikleri de bu sayfa üzerinden takip edebilirsiniz.

trend-arrow

Popüler İçerikler

Sosyal Medyada Bir Avukat, Deneyimlerine Göre En Sevdiği ve Sevmediği 3 Cezaevini Sıraladı
Artık sosyal medyada sadece komik videolar ya da dans trendleri değil; “meslek içi itiraf” videoları da büyük dikkat çekiyor.  Doktorlar nöbet hikâyelerini, öğretmenler öğrencilerini, kabin memurları uçak anılarını, avukatlar ise adliye ve cezaevi tecrübelerini anlatıyor. Böylece normalde dışarıdan pek göremeyeceğimiz, kapalı kapılar ardında işleyen sistemler hakkında içeriden bir gözle fikir sahibi oluyoruz. Bugün de bir avukatın deneyimleri sosyal medyanın gündemine oturdu. Avukat bir kadın, deneyimlerine göre en sevdiği ve sevmediği 3 cezaevini açıkladı.
Perinçek’e Tahliye Veli Küçük’e Ret!
Mahkemeler 19 Ergenekon sanığının tahliyesine karar verdi. Tahliyesine karar verilen son isimlerden biri Doğu Perinçek. Veli Küçük dahil 7 sanığın tahliye talebi ise reddedildi. Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Anayasa Mahkemesi'nin 'hak ihlâli' kararı üzerine 7 Mart Cuma akşamı Silivri Cezaevi'nden çıkarken, Ergenekon davasının diğer sanıkları için de tahliyeler gündemdeydi. Özel Yetkili Mahkemeleri kaldıran ve tutukluluk süresini 7,5 yıldan 5 yıla indiren yasanın cuma günü yürürlüğe girmesiyle, 5 yılı aşkın süredir cezaevide bulunan tutukluların tahliyesine kesin gözüyle bakılıyordu. Zira cuma günü birkçok davada benzer tahliye kararları çıkmıştı. Ancak, 13. Ağır Ceza Mahkemesi bugün sürpriz bir karar verdi. Veli Küçük, Doğu Perinçek, Tuncay Özkan, Sedat Peker, Mustafa Levent Göktaş'ın da aralarında olduğu Ergenekon davası sanığı 33 kişinin tahliye taleplerini reddetti. Mahkeme Başkanı Hasan Hüseyin Özese, Özel Yetkili Mahkemeleri kaldıran yasanın anayasaya aykırı olduğunu, bu konudaki kararın HSYK tarafından verilmesi gerektiğini söyledi. Özese, bu konuda Anayasa Mahkemesi'ne başvurduklarını açıkladı. Diğer mahkemelerden tahliye kararları Bu karardan kısa bir süre sonra, 13. Ağır Ceza'nın 'tahliye talebi reddedildi' diye açıkladığı isimlerden Tuncay Özkan, Levent Göktaş ve Sedat Peker için tahliye kararı açıklandı. Bu kararı 21. Ağır Ceza Mahkemesi verdi. Mahkeme Tuncay Özkan ve Levent Göktaş'a yurtdışı yasağı koyarken, Sedat Peker'e aldığı ceza miktarını dikkate alarak yasak koymadı. Ardından tahliye taleplerini inceleyen çeşitli mahkemelerden peş peşe tahliye kararları çıktı. Eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, Emekli Org. Hasan Iğsız, Alaaddin Sevim, Danıştay saldırısı sanığı Alpaslan Aslan, Albay Dursun Çiçek, Eski Özel Harekat Dairesi Başkanvekili İbrahim Şahin, Kemal Kerinçsiz, Yalçın Küçük, Teğmen Mehmet Ali Çelebi. gazeteci Merdan Yanardağ, Mehmet Demirtaş, Hikmet Çiçek ve Hasan Atilla Uğur için tahliye kararı verildi. Aralarında Veli Küçük'ün de bulunduğu 7 sanığın tahliye talepleri ise reddedildi. Aslan ve Çiçek cezaevinden çıkamayacak Dursun Çiçek, Balyoz davasından hüküm giydiği için, Alpaslan Aslan da 3 davadan kesinleşmiş toplam 4 yıl 2 ay cezası olduğu için cezaevinden çıkamayacak. Aslan'ın avukatı, bu cezanın yattığı süreden düşülmesini isteyeceğini açıkladı. İlk Tuncay Özkan tahliye oldu Silivri Cezaevinden ilk çıkan isim 1994 gün sonra tahliye olan Ergenekon sanığı Tuncay Özkan oldu. Özkan çıkışta yaptığı açıklamada, '6 yıl sonra zulmün bittiği, özgürlüğe kavuşytuğumuz bir gün olmasını çok isterdim. 6 yıl boyunca çektiğimiz sıkıntıların, gündem olmasını isterdim. Biz kin, husumet, öç alma duygusu içinde asla değiliz' dedi. Tuncay Özkan 1996'dan 2007'ye kadar 5 kez suikast girişimine uğradığını, 2007'de de öldürülmediği için hapse atıldığını söyledi. 'Bugün çıkarken dahi, aldıkları tavır ibretliktir, şeytanla yatağa girdiler, çarpılarak çıktılar' diye konuştu. Bozdağ: HSYK'yı göreve çağırıyorum Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Ergenekon mahkemesinin kararına ilişkin açıklamada, 'İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, kaldırılmış bir mahkemedir. Ortada olmayan bir mahkeme var. Burada görevli hakim ve savcıların görevleri sona ermiştir. Bunlar sadece ellerinde bulunan dosyaları devredebilirler. Bu işlemleri yapabilirler. Karar verme yetkileri yoktur. HSYK'yı göreve çağırıyorum' dedi. Mahkemenin ısrarı 13- Ağır Ceza Mahkemesi, davaya bakan mahkeme. Tahliye talepleri için yetkinin kendisinde olduğunu söylüyor. Sanık avukatları ise, 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin artık yok hükmünde olduğunu, tahliye taleplerinin nöbetçi mahkemelerce karara bağlanması gerektiğini savunuyor. Sanık avukatlarından Celal Ülgen, ilginç bir iddiada bulundu. Ülgen, hafta sonu 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin infaz koruma memurları aracılığıyla Ergenekon sanıkları tek tek tahliye dilekçesi topladığını iddia etti. Ve bu dilekçeler ışığında tahliye taleplerini reddettiği söyledi. Ülgen 'Biz avukatlar olarak mahkemeye böyle bir başvuruda bulunmadık. Bu mahkeme kanunla kaldırıldı. Mahkeme kanuna direniyor. Beni HSYK kurdu o kaldırsın nasıl der? Artık tarihe gömüldüler. Bunlar sadece direnmedir. Bu bir darbedir. Darbeyi yargılayanlar darbe yapmaya çalışıyor. Bazı nöbetçil mahkemeler de tahlliye taleplerine direnebilir.' dedi. Ülgen, tahliyelerle ilgili bir sorun yaşanmayacağını savundu. 'Sorun çıkması için legal bir kurum olmalıdır karşı tarafta. Legal bir kurum yok. Onun için verilen kararın kıymet-i harbiyesi yok' diye konuştu. Al Jazeera'nin görüşünü aldığı bir savcı ise, özel yetkili mahkemelere ellerindeki dosyaları teslim etmeleri için 15 gün süre tanındığını, bu süre içinde yetkinin de kendilerinde olduğunu söyledi. 13. Ağır Ceza'nın 'hayır' dediği isimler Mustafa Levent Göktaş, Mehmet Fikri Karadağ, Özkan Kurt, Ulaş Özel, İsmail Sağır, Mehmet Demirtaş, Hasan Ataman Yıldırım, Levent Ersöz, Muzaffer Tekin, Sedat Peker, Boğaç Kaan Murathan, Semih Tufan Gülaltay, Veli Küçük, Fikret Emek, Kemal Kerinçsiz, Serdar Öztürk, Yalçın Küçük, Aykut Metin Şükre, Ergün Poyraz, İbrahim Şahin, Kemal Aydın, Doğu Perinçek, Mehmet Bedri Gültekin, Turhan Özlü, Erkan Önsel, Hikmet Çiçek, Mehmet Deniz Yıldırım, Hasan Atilla Uğur, Tuncay Özkan, Durmuş Ali Özoğlu, Memet Zekeriya Öztürk, İsmail Yıldız, Oktay Yıldırım. Hukukçuların görüşü: Mete Göktürk - Eski Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı: 'Özel yetkili mahkemeler kalkınca bu davalar ağır ceza mahkemelerine devredildi. İki mahkemenin aynı suçlara farklı kararlar verebildiğini görüyoruz. Tam bir hukuk karmaşası hakim. Bu kararlara itiraz etmek hâlâ mümkün. Tahliye kararı verilenler çıkacaktır, asıl mağdur olanlar tahliye kararı verilmeyenler.' Yusuf Utku Tekayak - Ergenekon davasından 10 yıl hapis cezası alan Sedat Peker’in avukatı: 'Özel yetkili mahkemeler kalkınca, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin yetkisi kalmadı. Artık incelemeleri yapacak olan diğer mahkemeler. 13. Ağır Ceza hâlâ görevli olduğunu söyleyip tahliyeleri reddediyor; ama bunun çözümü başka bir mahkemeyle alakalı değil. Kararı Yargıtay verir. 13. Ağır Ceza’nın tahliyesini reddettiği kişiler de itiraz hakkını kullanmalı. Tutukluluk süresinin 5 yıla inmesiyle zaten 13. Ağır Ceza kendiliğinden tahliye kararı vermeliydi. Burada bir hukuksuzluk var. Anayasa’yı ihlâl ediyor.' Süreç Başbuğ'un tahliyesi ile başlamıştı Mahkemelere, yeni yasanın yanı sıra, İlker Başbuğ'un tahliye gerekçesine atıfta bulunarak yapılan başvurular da vardı. Anayasa Mahkemesi, davada 5 Ağustos'ta açıklanan kararın gerekçesinin hâlâ yazılmadığına, bu nedenle temyiz yolunun kullanılamadığına dikkat çekmişti. Sanık avukatları dilekçelerinde, 'Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlâl edildiği' yönündeki yüksek mahkeme kararının tüm sanıkları ilgilendirdiğini, Başbuğ için verilen tahliye gerekçelerinin kendileri için de geçerli olduğunu belirtti. Cuma gününden itibaren İstanbul Nöbetçi Ağır Ceza Mahkemesi'ne bu iki gerekçeyle tahliye talebinde bulunanların sayısı 30'u geçti. Bu isimler arasında Yalçın Küçük, Sedat Peker ve Teğmen Mehmet Ali Çelebi de var. 5 yılı aşkın süredir cezaevinde olan ve müebbet hapis cezası alan gazeteci Tuncay Özkan, yine müebbet alan İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, emekli Albay Hasan Atilla Uğur, Muzaffer Tekin, emekli Tuğgeneral Levent Ersöz, Hikmet Çiçek, Mehmet Demirtaş ve Oktay Yıldırım da daha önce tahliye talebinde bulunmuştu. Tutukluluk süresini 5 yıla indiren yasanın yürürlüğe girmesinin ardından, ilk tahliye olan isim, Hrant Dink cinayeti davası sanığı Erhan Tuncel'di. 8 Mart Cumartesi günü de, Zirve Yayınevi cinayetleriyle ilgili davanın beş sanığı tahliye edilmişti. aljazeera.com.tr
Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı
Köşk seçimini almaya yeter mi bilmiyorum ama ilk defa bu kadar büyük koalisyon kuruldu.. Solun en ucuyla sağın en ucu aynı safta buluştu.. Ekmeleddin İhsanoğlu’na destek konusunda anlaştılar.. Türkiye için yeni bir durum.. Aslında hem yeni hem ileri bir durum.. İleri durum çünkü siyasi tarihimizde bu derece büyük koalisyon yok.. İktidar ne kadar aldırış etmiyormuş gibi gözükse de belli ki içten içe sinirleniyor.. İktidar yanlıları, PKK’dan ayrılmış, DHKP-C’den kopmuş isimler tarafından kurulan Devrimci Halk Partisi ile MHP nasıl olur da aynı çatı altına girer diye veriyor, veriştiriyor.. TGB ile BBP’nin aynı safta olmasına şaşıyorlar.. Taraftarlarına ‘ilkesizlik’ olarak pazarlıyorlar.. Eski Türkiye’nin bekçiliği olarak sunmaya çalışıyorlar..
Adana Kadın Cezaevinde  Çiçek Yetiştirmek de Yasak
Adana Karataş Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda, mahkûmlar ile cezaevi idaresi arasında ‘çiçek tartışması’ yaşandığı ortaya çıktı. Kreşi kullanılmayan, koğuşunda yemek yapılmayan, kantini pahalı, suları da neredeyse hep kesik olan Adana Karataş Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu çiçek yetiştirmeyi yasakladı. Durum CHP milletvekillerinin ziyareti üzerine ortaya çıktı. Mahkûmların koğuşta çiçek yetiştirmesine izin verilmedi. Bunun üzerine kurutulmuş çay, meyve ve yumurta kabuklarına çiçek ektiler, cezaevi yönetimi buna da izin vermedi. Umut Erdem'in Hürriyet'teki haberine göre, Adana Karataş Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda, mahkûmlar ile cezaevi idaresi arasında ‘çiçek tartışması’ yaşandığı ortaya çıktı. Kadınların koğuşta çiçek yetiştirmek istemesine cezaevi yönetimi izin vermedi. Bunun üzerine kadın mahkûmlar, çayı kurutup, meyve ve yumurta kabuğundan oluşan karışımın içine çiçek ekti ancak cezaevi idaresi bunu da ellerinden aldığı öğrenildi. Mahkûmları terbiye etmek için suların da sık sık kesildiği iddia edildi. CHP Kadın ve Çocuk Hakları İnceleme ve İzleme Komisyonu Üyeleri Tekirdağ Milletvekili Candan Yüceer ve Bursa Milletvekili Sena Kaleli, Adana Karataş Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nu ziyaret etti. Kadın mahkûmların şikâyetlerini ve isteklerini dinleyen vekiller, daha sonra görüşmeyi ve cezaevinin durumunu rapor haline getirdi. Hürriyet’in edindiği CHP’nin raporunda şöyle denildi:Yemek yapmak da yasak“Eskiden erkek cezaevi olan Karataş Kadın Cezaevi, 2008 yılında kuruldu. 200 kişi kapasiteli cezaevinde 228 mahkûm kalıyor. 0-6 yaş grubu 16 çocuğun kaldığı cezaevinde, yabancı uyruklu 7 kadın bulunmakta. Haftanın 4 günü kapalı görüşün yapıldığı cezaevinde koğuşlar 8 ila 22 kişilik. Cezaevinin kreşi olmasına rağmen kullanılmıyor. Mahkûmlar kantinin çok pahalı olmasından yakınıyor. Kendi yemeklerini yapamıyorlar. Televizyon ve dolabı kendi imkânlarıyla aldılar.Terbiye kesintileriCezaevinde su genellikle kesik. Su sıkıntısı çok fazla, mahkûmların iddiasına göre kendilerini terbiye etmek için sular kesiliyor. Ayda bir arama yapılırken, kıyafetlerin dağıtılmasından şikâyetçiler. Arama sırasında küçük makaslar dahi toplanıyor. Kaşlarını bile alamıyorlar. Çiçek istiyorlar. Çayı kurutup, meyve kabuğu, yumurta kabuğundan karışımın için çiçek ekmişler ancak idare bunu da ellerinden almış. ‘Canlı bir şeyler görmek istiyoruz’ diyorlar.Çocuklar dışarı kaçıyor“Cezaevinde disiplin cezasının çok olması mahkûmların en çok şikâyet ettikleri konu. Havalandırmaya, tel örgülere pankart asılmasına 11 gün hücre cezası, açlık grevine ise disiplin cezası uygulanıyor. Disiplin cezası olanlar tahliye olmasına rağmen cezaevinden çıkamıyor. Cezaevinde sağlık konusunda revire ulaşmada sıkıntı yok. Adli Tıp’tan ‘Cezaevi şartlarında kalması uygundur’ raporlu 28-30 arası sürekli ilaç kullanmak zorunda olan hasta var. Cezaevinde kitapta sınırlama yok. Koğuşta 3 çocuk var. Çocuklar kapı açılınca dışarı kaçıyorlar.”Personel büyük sıkıntı “13 koğuşun bulunduğu cezaevinde idari açıdan en büyük sıkıntı personel eksikliği ve kadın personelin eş durumundan tayin olması. Çalışanların sıkıntılarından biri de özel günlerde, milli bayramlarda açık görüş olduğu için çalışmak zorunda olmaları. Kadın cezaevinde doğum izni, süt izni olduğu için personel diğer cezaevlerinden daha fazla olmalıdır.”Neden siyasi olabilir CHP’li Yüceer ise rapor ile ilgili şunları söyledi: “Aslında diğer cezaevlerinde çiçek yetiştiriyorlar ve yasak değil. Ancak burada izin vermemişler. Buradakilerin ve görüştüklerimizin çoğu siyasi suçlulardı. Belki siyasi suçlu olmaları nedeniyle cezaevi şartlarında biraz daha zorlamalara gidilmiş olabilir. Cezaevi yönetimi konuyla ilgili net bir açıklamada bulunmadı. Cezaevinde dahi kadın farkını görebiliyoruz. Talepleri çok farklı. Bir şeyleri yaşatmak istiyorlar. Nerede olursa olsunlar yaşama dokunmak, yaşatmak istiyorlar.”CHP cezaevi Raporu: Kanunsuz yasak Cezaevlerinde kullanılabilecek veya yasaklı eşyalar iç tüzük ve yönetmeliklerle belirleniyor. Cezaevi Yönetmeliği’nin 13’üncü maddesi koğuşlarda nelerin yasaklı olduğunun sınırlarını çiziyor. Yönetmelikte, koğuşlarda sigara içmekten, koğuş duvarlarına yazı yazmaya kadar pek çok yasak tek tek sıralanırken, çiçek yetiştirmekle ilgili bir yasaklama yer almıyor. Ancak çiçek yetiştirmenin sınırları genelgelerle belirleniyor. Bu genelgelere göre her koğuşta 1 saksı çiçeğinin yetiştirilmesi ve kafeste 2 muhabbet kuşunun beslenmesine izin veriliyor. Ancak bu uygulamada da cezaevleri yönetiminin farklı tavırları görülebiliyor. Kimi idareler bunu uygularken, kimi idarelerse uygulamıyor. Cezaevlerinde çiçek yetiştirme ile ilgili geçmiş dönemlerde de sorunlar yaşanmıştı. 4 Mart 2011’de Odatv soruşturması kapsamında gözaltına alınan gazeteci-yazar Doğan Yurdakul, Silivri Cezaevi’ni anlatırken, “Bitki yetiştirmek yasak, kuş beslemek serbest. Çiğ yumurta yasak, katısı serbest” demişti. Bingöl M Tipi Cezaevi’nden 18 PKK’lının 1 yıl boyunca kazdıkları tünelden firar etmelerinden sonra da bölgedeki cezaevlerinde güvenlik önlemleri artırılmıştı. Önlemler kapsamında cezaevlerinde tutuklu ve hükümlüler tarafından saksılarda yetiştirilen çiçekler koğuşlardan toplatılmış ve cezaevinden çıkarılmıştı. Ankara Sincan Cezaevi’nde tutuklu bulunan Deniz Tepeli de yazdığı mektupta, cezaevinde çiçek yetiştirmenin yasak olduğunu ve tutukluların yetiştirdikleri çiçeklerin gardiyanlar tarafından söküldüğünü anlatmıştı. T24
Karabulut Ailesi Otopsi Görüntüleri İçin Başvurdu
Münevver Karabulut'un ailesinin avukatı Rezan Epözdemir Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı'na giderek, Cem'in Silivri Cezaevi'nin reviri ile Adli Tıp Kurumu'ndaki otopsisi sırasında çekilen görüntüleri intiharıyla ilgili görüntüleri izleme talebinde bulundu.Avukat Epözdemir, Silivri Cumhuriyet Başsavcısı Lütfi Dursun’la yaptığı görüşmenin ardından şunları söyledi:“Sosyal medya ve basında olayın bir intihar değil kaçma ya da kaçırılma olayı olduğuna dair şüphe oluştu. Bunun üzerine ailenin talebi ve kamu vicdanını rahatlatmak için Başsavcı’ya talepte bulunduk.'TALEBİMİZİN KABUL GÖRMESİ ÇOK OLAĞAN DEĞİL'Başsavcı ve soruşturma savcısı ile görüştüm. Başsavcı talebimizi değerlendireceğini söyledi. Fakat talebimizin kabul görmesi çok olağan değil. Cem Garipoğlu çamaşır ipini 3 kere boynuna dolamış, 2 kere de düğüm atmış.'İNTİHAR ETTİĞİ ÇOK NET ANCAK MÜVEKKİLERİMİN TALEBİYLE BAŞVURDUM'Silivri Cezaevi’ndeki olay yeri incelemesi tam 6 saat sürmüş. Başsavcı cezaevine giderken beraberinde Adli Tıp Uzmanı bir hekim de varmış. Her şey kayıt altına alınmış. Bunlardan da intihar ettiği çok net, tartışmaya mahal vermiyor ve açık. Hayatın olağan akışına uygun değil zaten kaçma şüphesi. Bunu o zaman da söylemiştim. Ancak müvekkillerimin talebiyle buraya geldim ve başvurumu yaptım.”İDDİALAR NE?Cuma sabah saatlerinde gelen Cem Garipoğlu’nun tek kişilik hücresinde intihar ettiği haberi Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü. Sosyal medya kullanıcıları ise fikirlerini internette paylaştı. Garipoğlu'nun öldürüldüğünü söyleyen de var kaçırıldığını da..Birçok kişi Garipoğlu’nun ölmediğine ve hapisten kaçırılıp intihar süsü verildiğine hatta gündemin değiştirilmek için böyle bir şey yapıldığına inanıyor ve iddia ediyor. Düşüncelerini Twitter’dan belirten kullanıcılardan bir kısmı ise Cem Garipoğlu yerine bir başkasının öldürülüp yerine koyulduğu düşünüyor.Burcu PURTUL UÇAR / HÜRRİYET
Cem Garipoğlu'nun DNA'sı Anne Babası ile Örtüştü
Garipoğlu ile anne-babasından alınan DNA profil analizlerinin örtüştüğü öğrenildiSilivri Cezaevi'nde intihar eden Cem Garipoğlu'nun DNA'sı ile anne ve babasından alınan doku örneklerinin uyumlu olduğu tespit edildi.Münevver Karabulut'u öldürmekten 24 yıl hapis cezasına çarptırılan ve kaldığı Silivri 5 No'lu Cezaevi'nde intihar eden Cem Garipoğlu'nun anne ve babası, iki gün önce Adli Tıp Kurumu'na gelerek doku örneği verdi.Karabulut ailesinin başvurusu üzerine Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı'nın talebiyle alınan mahkeme kararı doğrultusunda, Cem Garipoğlu'nun annesi Tülay Makbule Garipoğlu ve babası Mehmet Nida Garipoğlu'ndan DNA analizi için kan ve tükürük örneği alındı.Garipoğlu çiftinden alınan örnekler, Adli Tıp Kurumu Biyoloji İhtisas Dairesi'nde, intihar eden Cem Garipoğlu'ndan alınan DNA profiliyle karşılaştırıldı. Yapılan incelemede, Garipoğlu ailesinin fertlerinin DNA profillerinin örtüştüğü tespit edildi.Adli Tıp Kurumu'nun DNA profillerinin karşılaştırılmasına ilişkin raporu UYAP üzerinden bugün Silivri Başsavcılığı'na ulaştı.Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı, tahkikatın sürdüğünü ve Garipoğlu ailesinin DNA profillerinin uyumlu olduğunu belirtti. Sabri ÇelebioğluAA
Oktay Ekşi: 'Ahmet Kaya O Yazıyı Hak Etti, Pişman Değilim'
Eski Hürriyet başyazarı, CHP İstanbul milletvekili Oktay Ekşi T24'ten Hazal Özvarış'a konuştu. Zaman gazetesi yazarı Ekrem Dumanlı'yı gözaltına alınmadan önce ziyaret eden Ekşi, hem bu ziyarete hem de geçmişte Ahmet Kaya, Musa Anter ve Özgür Ülke hakkında yazdıklarına ilişkin açıklamalarda bulundu. Ekşi’nin T24 ’e verdiği cevaplar şöyle:Sizi Zaman gazetesine götüren ne oldu?Beni hayrete düşüren, gitmemin niye bu kadar ilgi çektiği. 1988’de Basın Konseyi’ni kurduğumuzda ilan ettiğimiz temel ilkelerden biri, iletişim özgürlüğüne nerede, nasıl, kim tarafından müdahale edilirse edilsin ona karşı çıkmaktı. Konsey olarak daha önce sahip çıkılmamış gazetecilere her fırsatta sahip çıktık. Galiba meslek dünyamız dahil kamuoyu, bu geçmişi dikkate almıyor. Ben 23 sene bu konseyin başkanlığını yaptım.Basın Konseyi Başkanı olarak “medya imamı” dediğiniz Ekrem Dumanlı’ya sahip çıkıyor oluşunuz insanları şaşırtmış olabilir mi?O yazı, Basın Konseyi Başkanı olarak değil, Hürriyet’in başyazarı olarak yazdığım bir yazıydı. O tarihte Ekrem’in köşesinden vaaz veren tavrının böyle tanımlanması gerektiğine hâlâ inanıyorum. (Ekşi, 2009’da haber için Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü yere giden CHA muhabiri Lütfi Aykurt’un, dönüş yolunda asker tarafından helikoptere alınmaması olayına tepkiden bahsediyor - T24) Bunu söylememe rağmen bugün Ekrem’in yanına gitmeme şaşıranlar duygularıyla bakıyor.Zaman’a gitmeden Kılıçdaroğlu’ndan onay aldınız mı?Ne alakası var, hiç böyle bir şey olabilir mi?Dönüşünüzde bu bir sıkıntıya yol açtı mı veya ziyaretiniz parti içinde tartışıldı mı?Tartışılsın, terazi çok.Ertesinde Fethullah Gülen ile telefon görüşmeniz oldu mu?Aklıma bile gelmedi, onun da aklına gelmemiştir.Dumanlı ve Hidayet Karaca’ya yapılanlar bir kenara konulduğunda, siz cemaatin faaliyetlerini meşru buluyor musunuz?Meşru olup olmadığı yargının tartacağı bir şey. Gönül ister ki bağımsız bir yargı olsun, ben de kararına inanayım. Ama bağımsız yargı dün de yoktu, bugün de yok.Oktay Ekşi’nin cemaatin faaliyetlerini nasıl değerlendirdiğini merak ediyoruz.Yayında, eğitimde iddialılar; devlet kadrolarına girme konusundaki iştahlı faaliyetleri düşündürtecek türden. İsmailağa veya diğer cemaatlerden farklı olduklarını herkes gibi ben de görüyorum. Ama o faaliyetin meşruiyetten çıkıp çıkmadığını elimde veri olmadığı için bilemem.Biz mi rast gelmedik yoksa siz mi Gülen cemaati hakkında köşenizde kalem oynatmadınız?Yazdım ama bugünkü kadar aktüel hale gelmediği için ihtiyaç olduğu kadar yazmışımdır.1997’den itibaren yazdıklarınıza baktığımızda bir yazınız dışında Gülen’e veya cemaatine değindiğinizi görmedik, 1999’da Gülen’in ünlü montaj kaseti yayımlandığında dahi.Temmuz’un ilk cumartesi günü, 1991’den beri kesintisiz olarak sürdürdüğümüz Mesudiye Kurultayı öncesinde, Haziran sonlarında Mesudiye’ye giderim. Oradayken kaset çıkmış, haberim yoktu çünkü gittiğimde ne yazı yazarım, ne gazete alırım.Döndüğünüzde kıyametin koptuğunu görmeyecek kadar da izole bir konumda değilsiniz.Her şeyin aktüel bir değeri var. “10 gündür Mesudiye’deydim, başa alıyorum” gibi bir başyazı olmaz. Ama çok sonra duydum ki o esnada yazmadığım için Gülen dünyasında lehime değerlendirmeler olmuş, duyunca hayret ettim. Siz bugün mesela kaset montaj diyorsunuz ama ben buna şahsen kani değilim.Siz her ne kadar “Döndüğümde aktüel değildi” deseniz de Gülen’in yıllarca birlikte anılacağı ve çok konuşulacak kaset hakkında yazmamış olmanızın sebebi, Faruk Mercan’ın Gülen biyografisinde yer alan, “Ağustos, 1996’da Aysel Ekşi ile icap ettiğiniz Gülen’in akşam yemeği daveti” olabilir mi?O zamanlar cemaatin eğitim seferberliği, gazetecileri gezdirme, GYV’nin Abant toplantıları gibi faaliyetleri söz konusuydu. Bunlar kapsamında “Fethullah Hocaefendi’nin bir yemeği var, katılır mısınız” denilerek iki kez davet edildim ancak katılmadım. Üçüncüsünde, hem reddetmek kaba olacağı, hem Tufan Türenç ’in “Abi ben de gittim. Sen gazetecisin, onunla da yemek yersin, suçluyla da, devlet başkanıyla da” sözleri aklıma yatınca, hem de eşim gitmekte sakınca görmeyince gittik. Altunizade’de bir binaya, X-rey’den geçirilerek girdikten bir süre sonra Hocaefendi geldi, Aysel elini uzatınca Hoca tereddüt etti. Aysel, “65 yaşında bir kadınım, elimi sıkmamanızı yadırgadım” deyince “Saygısızlıktan değil, yetiştiğimiz terbiye nedeniyle” karşılığı verdi. Sofrada Prof. İlter Turan, Mithat Bereket, Halit Refiğ ve eşleri de vardı. Yemek yedik, sonrasındaki sohbet de off the record’du, sohbet ettik, ayrıldık.Gazeteciler, sohbetlerin tamamını olmasa da katıldıkları özel yemekleri yazmaz mı?Hürriyet’in başyazarı “Hocaefendi ile yemek yedim” diye kamuoyunun karşısına mı çıkar? Olur mu öyle şey! Beş gün önce Hidayet Karaca’ya gittim, kimsenin haberi oldu mu?Yazsanız ne olurdu?O, Hürriyet başyazarının karşısındakine fazla paye vermesi olur. Siz olsaydınız yazar mıydınız?Yazar olarak o yemeğe gidildiyse görüşmenin kayda geçmesi gerektiğini düşünüyorum.Tufan da, başkaları da yazmadı.Gülen cemaati kadar etkili bir aktör hakkında kalem oynatmamak da “fazla paye vermemek” için miydi?Bu tartışma 2012’de başladı biliyorsunuz, ben 2010’da ayrıldım.Bu ittifakı, başta Zaman olmak üzere pek çok mecra dillendiriyordu.O zamanki görüntü nedeniyle “Fethullah Hocaefendi’nin şu kadar ülkede okulu var, oh oh ne kadar iyi”, “Şöyle Türkçe öğretiyorlar, oh oh” diyen biri olmam gerekiyordu ki yazayım.Aksi bir tutum da söz konusu olamaz mıydı? Örneğin, sizce cemaat “cumhuriyetin temel değeri” dediğiniz laikliğe karşı mı?Bu grubun laik cemiyete sempatiyle yaklaşacağını düşünmüyorum ama buna dair elimde bir şey yok. Şu dakikaya kadar o konudaki boyutlarını ortaya çıkardıklarına kani değilim.1997’de Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamlarını anarken şu cümleyi kuruyorsunuz: “Nurcular başta olmak üzere ‘laik cumhuriyet’e karşı eğilim sahipleri, özellikle Adnan Menderes'i yere göğe koyamadılar.”10 bin yazı yazdım, bunu hatırlayamadım ama ben her zaman anti-laik faaliyetlerin tehlike teşkil ettiğini yazdım.Sizce Gülen cemaati cumhuriyete bir tehdit mi?Suçlamalara, iddianameye göre bana bir yer mi belirleyeceğiz? Ben gazeteci Ekrem Dumanlı’nın katılmadığım görüşlerini özgürce ifade edebilmesi için oraya gittim. Dumanlı’nın başka bir etkinliği var mı veya Hoca’yla bağı ona bir şeyler yaptırmış olabilir mi bilemem ama olduğunu da zannetmiyorum. Ben herkesin düşüncelerini serbestçe ifade etme hakkının yanındayım.Özgür Gündem bombalandığında gazetenin ofisine gitmiş miydiniz?Özgür Gündem o tarihte açık bir PKK propagandacısı bir yayın idi. Gidip de “Geçmiş olsun arkadaşlar” dediğimi hatırlamıyorum. Ama Basın Konseyi olarak ve yazar olarak çok ciddi tepki gösterdiğimi hatırlıyorum.Bugünkü Özgür Gündem sizce “PKK propagandası” yapmıyor mu?Bir yayın organı… Bilmiyorum, çünkü takip etmiyorum.Bakış açınızdan yola çıkarak söyleyeceğiz; KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu bugün gazetenin yazarları arasında. O zaman ile bugün arasındaki fark ne?O zaman TSK ile PKK arasında çok ciddi bir çatışma vardı. Bugün Türkiye ayrı bir konjonktürü yaşıyor; devlet onlarla müzakere yapıyor.Devlet müzakere yapabildiği için mi fikriniz değişti?Konjonktür değişti.Prensibiniz, devletin bir adım arkasında mı konumlandı?Belki müstakil değerlendirme size böyle düşündürüyor olabilir.Bugün baktığınızda “Keşke Zaman’a gittiğim gibi Özgür Gündem’e de gitseydim” diyor musunuz?Hayır. Genci, çocuğu, kadını öldüren bir terör örgütü var, onun uzantıları var, onun sözcüsü olduğunu iddia eden ve bu yüzden bombalanan bir yer var. Bu noktada gazeteci Oktay Ekşi ne yapabilir? İfade özgürlüğüne şiddet kullanarak engel olunduysa buna tepki gösterebilir. Bunu da yapmışım. Gidip sarılıp birlikte gözyaşı dökme beklentisi var idiyse o fazla olurdu.Bir savunmasında kabul ettiği günlüklerinde yazdığına göre, komutana “28 Şubat benzeri durum, diyorsunuz ama bu kez atılacak adım sonuç alıcı olmalı. Süreye yayılınca görünen ortada” diyebilen Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan için Silivri Cezaevi’ne gittiniz.Balbay’ın anılarını siz okumuşsunuz. Mustafa’nın komutanlarla yakın ilişkide olduğu bilinmeyen bir şey değil ki. Uğur Mumcu da öyleydi. Beni ilgilendiren Balbay’ın ifade özgürlüğünün kısıtlanmış olması. Ahmet Şık, Nedim Şener, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve Soner Yalçın ’ı da ziyaret ettim. Masum olduğuna inandığım kişilere insani destek vermek düşüncesiyle paşalara da gittim. Madem incelediniz, değerlendirmenizin objektif olabilmesi için ekleyeyim. Ape denilen Musa Anter ’in öldürülmeden önceki son yazısı benim “ne kadar alçak olduğum”la ilgiliydi. Ama onun öldürülmesine sanıyorum en fazla tepki veren gazeteci ben oldum.Tepki koydunuz ancak tepki koyarken, 21 Eylül 1992 tarihli yazınızda şunu söylemeyi ihmal etmediniz: “Her satırında kin dolu bir Kürt ırkçılığı gördüğüm…”Doğrudur, öyleydi rahmetli. Yazmasa mıydım? Kendi dünyasında çok saygı görürdü ama acımasız bir dili vardı.Böyle bir ülkede Anter’e “Kürt ırkçısı” demek cinayeti meşrulaştırma zemini yaratmıyor mu?Zannetmiyorum, o sizin değerlendirmeniz. O düşüncelerini ifade ederken ne kadar özgür hissediyorsa ben de o hakkı kullanarak yazmışım.Ne kadar eşittiniz; sizin tabirinizle, öldürülen “cumhuriyet değerlerine sahip” gazetecilerle öldürülen Kürt gazeteciler arasında, başta sayıca, ciddi bir fark yok mu?Hasan Fehmi Bey’den başlayarak, 1909’dan itibaren öldürülen gazeteciler 100’ü bulur. Onların içinde 1992’de, gazetelere yansıdığı kadarıyla 12 gazeteci öldürüldü. Hiç kimse onlarla meşgul olmazken Turgut Kazan , ben ve Fikret İlkiz, Basın Konseyi olarak Güneydoğu’ya gittik; gazetecilerle, mağdurlarla görüştük. 12 gazeteciden 9’unun JİTEM türü yapılanmalarca öldürüldüğü kanaatine vardık. 3’ü hakkında netleşemediğimizi belirttik. Raporun objektif olması için Bölge Valisi Ünal Erkan ’ın da düşüncesini alınca “faşist Oktay” olduk. Halbuki ben Uluslararası Basın Enstitüsü’ne (IPI), New York’a yani Gazetecileri Koruma Komitesi’ne (CPJ) telefon ettim. Buraya inceleme için geldiler. Hem IPI, hem CPJ tepkilerini koydular ve öldürmeler bitti. Bunu kimse görmedi.Fotoğrafı eksik vermemek adına Kürt gazetecilerin öldürülmesi hakkında “Ama onlar militan” diyebilen Demirel’i köşenizde eleştirdiğinizi de ekleyelim. Ve Ferda Çetin’in Nuçe TV Yayın Koordinatörü’yken Tuğçe Tatari’ye söylediklerini aktaralım“Bombalama olayından çok kısa bir süre sonra Çiller’in İçişleri Bakanlığı’na, jandarmaya ve istihbarata yazdığı ‘gizli belge’ elimize geçti. Belgede ‘Özgür Ülke gazetesinin bölücü yayınları hukuki yollarla etkisiz kılınması uzun zaman alıyor, hızlı bir şekilde bertaraf edilmesi’ isteniyor. O belge elimize geçince Oktay Ekşi’ye gönderdim. O günlerde Basın Konseyi Başkanı’ydı. Baktım hiç ses çıkmıyor, başladım aramaya. En sonunda telefonuma çıktı. ‘Belgeyi gördünüz mü?’ diye sordum ‘Evet kardeşim ne varmış o belgede’ dedi. ‘O belgeden çok kısa bir süre sonra gazetemiz bombalandı biliyorsunuz’ deyince ‘Ben okudum, o belgede bombalayın yazmıyor’ diye cevap verdi. Belge 27 Kasım tarihli, bizim gazete 3 Aralık’ta bombalandı.”Benim için tamamen yeni şeylerden bahsediyorsunuz. Bu arkadaş bunu galiba sallamış.Siz hatırlamıyor olabilir misiniz?Kaç sene geçmiş, mümkün ama bu arkadaş rüyasını paylaşmış gibi geliyor. “O belgede bombalayın yazmıyor” demek yapıma aykırı. Muhtemelen Basın Konseyi olarak da ertesinde bildiri yayımlamışızdır.“Şimdi Ekşi’nin (bu kez haklı olarak) iktidara vurduğu hususlar, yine Ekşi tarafından ‘hapisteki gazeteci sıfatlı kişiler’ vurgusuyla söylendi: Nisan 98’de (CPJ, hapiste 29 gazeteciyle Türkiye’yi birinci gösterince): ‘Gerçekleri yansıtmıyor. Türkiye dünyada en fazla gazeteci hapseden ülke değil. Gazetecilik işlevi nedeniyle 11 kişi hapiste. Sadece Beşikçi fikirleri yüzünden. Diğer 10’u ceza hak ediyor ama hapis değil. 18’ininki ise gazetecilikle ilgisiz.’ Ekşi’nin CPJ muhalefeti, 1998, 1999, 2000 raporlarını sansürle, şöyle sözlerle sürdü: ’31 kişiden sadece biri hapiste gazeteci sayılabilir. Gerisi yasadışı örgüte üyelik, yardım, yataklık iddia ya da hükümleri.’” Talu’nun belirttiği gibi, “Onlar gazeteciler değil, terörist” diyen Erdoğan’ın söylemini görünce “Geçmişte öyle yapmamalıydık” diyor musunuz?Hayır, demiyorum. Bakın, 1997’de Hasan Cemal beni aradı, “CPJ’den bir heyet gelecek, Türkiye’deki hapisteki gazetecilere sahip çıkmak istiyorlar” dedi. Onlar yetkililerle görüşmek üzere geldiklerinde, ellerindeki 78 sayısının doğru olmadığını düşündüğümü kendilerine söyledim. Bu konu üzerinde Türkiye’deki meslek kuruluşları değil de CPJ’in rapor hazırlamasından rahatsızlık duydum. Nitekim sonraki yıllarda tek tek olayları inceleyerek kendim rapor hazırladım. CPJ heyetiyle Ankara’da adalet bakanını, başbakanı ve cumhurbaşkanını ziyaret ettik. Mesut Yılmaz bizi ciddiyetle dinledi, sonra sözünü tuttu. Sorumlu yazı işleri müdür sıfatı taşıyanların affını sağlayacak yasa çıktı.Rapor çalışmalarım 2006’ya kadar devam etti. Adalet Bakanı’ndan içeride bulunan, kimliği gazeteci görünen kim varsa dosyalarını yollamasını istedim. İçeridekilerin yakınlarına ve avukatlarına da, dosyaya dair bildiklerini paylaşmaları için çağrı yaptım. Ve dosyaları üç kategoriye ayırdım: 1- Olay açıkça gazetecilikle ilgili değil, 2- Gri alan: Gazetecilikle ilgili görünüyor, iddia suçlayıcı; örneğin muhabirin çekmecesinde belge çıkıyor. Bu bana göre normal, polise göre suç, 3- Gazeteci.Raporu açıklarken de 1-Bu ilgi alanımızda değil, 2-Bunda resim net değil, 3- Gazeteci olarak ayırdık. Umur’un dediği doğrudur, CPJ’inkilerden düşük çıktı bizim sayılar. Benim dikkatimi çeken şu oldu: Bir gerçek ortaya çıksın diye iki ayımı verirken medya, buna Hürriyet de dahil, hiç bir gazete veya TV ilgi göstermedi. İlgisizliğin yanı sıra bakanlığın verdiği son belgeler de eksik çıkınca 2006’da bunu yapmayı bıraktım.Örneğin, molotof atmayıp da gri alanda bıraktığınız gazeteciler neyle suçlanıyorlardı? Yayın içeriği de bu suçlamalara dahilse Oktay Ekşi olarak karşı çıktığınız fikirlerin sahiplerini de gri alanda bırakmış olabilir misiniz?Alakası yok! Ape’yi anlattım. Açık bir örnek… İnsanların görüşlerine katılmayabilirim ama görüşlerini açıklama hakkını savunurum.Ahmet Kaya’nın sahnede söyledikleri yüzünden linç edildiği gün konuşma hakkını savunmadınız.Ben Ahmet Kaya’nın konuşmasının içeriğini eleştirdim, konuşma hakkını değil.İçeriğini eleştirirken söyledikleriniz şu oldu: “İnsanlar eğlenmeye gelmişken bu söylenir mi”, “Amacı tahrik etmek”…O yazı benim “büyük günahlarım”dan biridir.Günah olarak görüyor musunuz yazınızı?Hayır, hiç. Ahmet Kaya sonradan kahramanlaştırıldı. Kaya’nın o gün verdiği resim benim yazdıklarımı hak eden bir resim idi. Bundan dolayı da hiçbir üzüntüm veya pişmanlığım yok.Musa Anter’e “Kürt ırkçısı” diyen siz, Ahmet Kaya için “ insan olarak hiçbir ‘artı'sı olmadığı fizyonomisinden akan bir tip ”, “yaratık”, “türkücü olmasaydı bar fedaisi olurdu” deyince neden “Türk ırkçısı” olmuyorsunuz?O yazı çok eleştirilince dönüp baktım. Ahmet Kaya’nın adı bile geçmiyor o yazıda.Yazınızı böyle mi savunuyorsunuz?Hayır, şunu söylüyorum: O yazıyı herkes Ahmet Kaya’ya yamadı. Ben de “değildir” demiyorum.Ve?Dediklerimde kararlı ve ısrarlıyım, Ahmet Kaya o yazıyı hak etmişti. O konjonktürde yapılanlara itiraz etmeyenler birileri Ahmet Kaya’yı kahramanlaştırınca, o yazı Ekşi’yi lanetlemenin aracı haline geldi. O zaman nerdeydiler?Kimseyi savunur bir konumda değilim, size sorum şu: Musa Anter’e “Kürt ırkçısı” diyen siz, Ahmet Kaya için bu sözleri sarf ederken neden ırkçı sayılmıyorsunuz?Tavrı oydu… Çok zaman oldu; şu anda neyi, neden söylediğim bağlamını hatırlamıyorum.“Tavrı” dediğiniz nedir? Kürtçe klibi yayınlayacak bir televizyon kanalı aradığını söylemesi mi? Size burada problemli gelen ne?Kürtçe klibi eleştirdiğimi söylüyorsanız yanılıyorsunuz, ben o yazıda tavrı eleştirmişim.Kaya’yı “medeni” olmamakla, “aklının erip ermediği belli olmamak”la itham ediyorsunuz. Eleştirinin ötesine geçip aşağılamaya evrilebilecek tehlikeli kelimeleri Hürriyet’in başyazarı olarak kullanıyorsunuz.Size göre öyleymiş. Yazı yazma stilimi mi eleştiriyorsunuz?Ahmet Kaya’nın bu düşüncelerini Magazin Gazetecileri Derneği’nin düzenlediği bir gecede söylemesi sizce neden sorun?O zaman yanlış bulmuşum. O bir şey söylemiş, ben de yanlış demişim. Bugün de söylediklerimi doğru buluyorum.O yazıda “İkincisi ‘hoş vakit geçirmek’ için geldiklerini bile bile bu sözleri söylemenin oradaki insanları tahrik edip olay çıkarmaktan başka bir amacı olabilir mi” diyorsunuz. Ahmet Kaya’nın kendisini linç ettirdiğini mi savunuyorsunuz?Hayır, öyle bir iddiam yok. Makaleyi beğenmeyebilirsiniz, haksızlık olarak da görebilirsiniz buna saygım var ama “Bunu niye böyle dedin de böyle demedin” dediğinizde anlamakta zorlanıyorum. “Bunun daha iyisi olmaz mı?”, olabilir. “Beethoven daha iyi besteleyemez miydi?”, besteleyebilirdi. Ne yapalım, gerçek bu!Şu an bir gazeteciyle konuşuyorum ve Akit’in yayın koordinatörüne Ermeniler için kullandığı ifadeleri sorduğum gibi şimdi de size, sizin kullandığınız ifadeleri soruyorum. Özellikle Ahmet Kaya linç edilirken “Bu yaratık kardeş ise kardeşliğini bilmekle yükümlüdür” diyebildiğiniz için.Nerede linç edilmiş Ahmet Kaya? Maalesef Paris’te vefat etti.Magazin Gazetecileri Derneği’nde sözleri ardından marş okunması, üstüne çatalların fırlatılması sizce…Orada olaylar yaşanmış, bitmiş. Ben yazdım diye o olaylar olmadı. Aksi olmuş gibi soruyorsunuz. Ben yaşananı önemli bir olay olarak görmüşüm ve sütunuma almışım. Olan bu. Şimdi gelip “O cümleyi neden öyle kurdunuz?…”Siz “Yaratık kardeşliğini bilmekle yükümlü” diyerek Ahmet Kaya’yı karşınıza alıp kendinizi onu yargılama pozisyonuna koyuyorsunuz, ötesine geçerek henüz dava sonuçlanmamışken Kaya’nın “PKK’ya para toplamak için konser verdiği” hükmünü veriyorsunuz.Eldeki bilgi oymuş.Açabilir misiniz?Bilgi yazı işlerine geldiği zaman o habere olgunlaşmış gözüyle bakarsınız. Muhabir elinden geleni yapmıştır, istihbarat şefi habere bakmıştır ve redaktör gözden geçirmiştir. Gazetenin başyazarı bir habere dair özel olarak yazı işleri müdürüne şunu söyleyebilir: “Bunu gözüm tutmadı, üzerinde durulsa.” Ama o haberin sağlığını tartışmaz, tartışırsa tüm o mekanizmaya saygısızlık olur. Hayatım boyunca bunu yapmadım, hiçbir haberime de böyle muamele yapılmasına razı olmadım. Ahmet Kaya hakkında da yazı işlerine gelmiş bilgiye dayanarak yazıyorum.Yargı sonuçlanmadan, önünüze gelen bilginin mutlak olduğunu mu düşünürsünüz?O bilgi mutlak değildir ama ona dayanmaya mecburum, gazeteci erişebildiği gerçeklerle kayıtlıdır.Yazar, elinde olmayan bilgileri de düşünerek olaya temkinle yaklaşmaz mı?Bu herhalde gazetecilik dünyamıza yeni gelmiş bir uygulama. Sizin kuşak bunu getirdiyse mutluluk duyarım. Ama gazeteci nihai gerçeği ortaya çıkaran değildir, daha sonra çıkan bilgiler nedeniyle o tarihte yazdıkları gerçeğe uygun çıkmayınca gazeteciyi mahkûm edemezsin.Ahmet Kaya’dan bağımsız olarak soracağız; köşenizde mesafe koymadan itham ettiğiniz bir kişi hakkında yanıldığınızı söylemek gazetecinin borcu değil mi?Size şunu anlatayım. Mayıs, 1983’te Hürriyet başyazarlığından ayrılarak SODEP’in kurucuları arasına girdim. Washington muhabirimizin haberine dayanarak Büyükelçi Şükrü Elekdağ hakkında ağır eleştiriler içeren yazım hakkında bir süre sonra bir mektup geldi. Elekdağ, mektupta “Ben böyle bir şey yapmadım” diyordu. Dediklerine hak verdim ama artık sütunum yoktu. Başka bir gün, Alman bir vakfının organize ettiği bir sempozyuma katılmak için gittiğim Almanya’da, tanınmış hukuk hocası Hüseyin Hatemi , “Bana çok büyük bir haksızlık yaptınız” dedi; “Beni terörist ilan ettiniz. Doğrusu neden söz ettiğini anlamadım. Dönünce verdiği tarihe baktım. Humeyni tarafından Türkiye’ye ‘adam öldürsün’ diye gönderilenlerden birinin ismi de meğer Hüseyin Hatemi’ymiş. Onu yazmışım ama bu yazı Hatemi Hoca’nın başına iş açmış. Fırsat bulunca bunların ikisini denk getirerek “Bu işi yapıyoruz ama tüm iyi niyete rağmen hata yapabiliyoruz” dedim, bu iki örneği verdim ve özür diledim.Önünüze gelen bilgiyi, devlet makamına geçmeden önce süzgeçten ne kadar geçirdiğinizi sormadan önce kısa aralıklar ile geri adım attığınız birkaç örnek1- Ağustos, 1992 Şırnak Katliamı hakkında 20 Ağustos 92’de “Martta PKK bozguna uğratıldığından beri Şırnak Güneydoğu’nun en sakin ve huzurlu yerlerinden biri oldu.(…) Şırnak Emniyet Müdürü istediklerinde kahvede tavla oynayabildiklerini söyledi” diyorsunuz ve kamu görevlilerinden alıntıyla “PKK baskını intikam ve prestij baskını” dedikten sonra “Devlet Şırnak’ta PKK’ya yeni bir ders daha vermeli” ifadesini kullanıyorsunuz. 24’ünde, gazetelerde katliama dair sorular çıkmaya başladıktan sonra “500-1000 PKK’lı olduğunu söylemiştiniz, hani neredeler” diye soruyorsunuz.Elime gelen bilgi o koşullarda inandırıcı geldiyse ona dayalı yazabilirim.Devlet size inandırıcı gelecek bilgi yaratamaz mı?Olabilir, Irak’ta kitlesel imha silahlarını yokken var ettiler, devletlerin böyle marifetleri var.Örneklere devam edeceğiz2- Ferda Balancar ve Alper Görmüş’ün yazılarından alıntıyla: Umut operasyonunun başlatılmasından (6 Mayıs 2000) 10 gün sonra kaleme aldığınız satırlar: “(...) O nedenle Ahmet Taner Kışlalı’nın kızları Altunay ile Dolunay’ın dünkü çağrıları dikkate alınmalı - katiller Türkiye’ye teslim edilmez veya tarafsız bir mahkemede yargılanmalarına İran izin vermezse - bu konu bireysel sorumluluk bazında değil İran devletinin sorumluluğu bazında değerlendirilmelidir.” 10 Mayıs 2000 tarihli yazınızın başlığı ise ‘Bu Savcıyı Kim Tayin Etti?’, girişinde Mumcu cinayetinin yine aydınlatılamadığı belirten bir cümle yer alıyor.”Sıra kulaklarından tutup adalete gönderilmelerine veya kamuoyuna teşhir edilmelerine geldi” sözleriyle bitirdiğiniz “Alçakları tanıyalım” yazınız. Hedef gösterilen Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand’a yapılanlar ve Akın Birdal’a suikast girişiminden sonra, Şemdin Sakık o ifadesinin kurgu olduğunu söyleyince özür dilediniz.Keşke Aydın Bey’e söyleseydiniz, o kadar çalıştırmazdı beni. (Gülüyor)Siz bu yazdıklarınızı hata olarak görüyor musunuz?Aslında sizin bana ne sorduğunuzu anlayamıyorum. Ama aradan yıllar geçtikten sonra bir yazımdan cımbızla aldığınız bir cümleyi soruyorsunuz. Ben de hatırlamıyorum. İnşallah siz de en az 10 bin yazı yazarsanız ve yazdıktan sonra karşınıza sizin gibi genç gazeteci gelir ve size 22 sene önce yazdığınız yazının a harfinin neden b olmadığını sorar. “Hata ettiğim zaman bunu itiraf ettiğime örnek veriyorum, neden hatanızdan çabuk döndün, diyorsunuz. Dönmesem, neden hatanızdan dönmüyorsunuz sorusu çıkıyor!Şekilden ziyade merakımız, benzer hatalarınıza rağmen kendinize “Dikkat” demek yerine neden önünüze gelen bilgiye güvenmeye devam ettiğiniz.Kusura bakmayın! Benim hayattan aldığım ders bu kadarmış.Şu an yaptığımız sizi inciten bir sorgulama mı?Hayır, başta sorma hakkınıza saygı duyduğumu söyledim. Bakın bu verdiğiniz örnekleri ben hata olarak kabul etmiyorum. Eğer yanlışımı iki gün sonra fark ettim ve yazdımsa bence okuyucuya “İki gün önce şu değerlendirmeyi yaptım, o zaman böyle okudun ama belli ki aldanmışım, aldatılmışım” diyerek doğru bir iş yapmışım.Sorgulamaya çalıştığımız “Aldatılmışım” diyerek geçtiğiniz edilgen pozisyon. Neden birileri sizi aldatabiliyor?Aptallığımdan.Estağfurullah.Daha nasıl açıklayacağız ki, daha akıllı olsam aldatılmazdım. Ben o zaman gerçeği öğrenme adına bir şeyler yapmışım. Becermişim, becerememişim, yanlış insana sormuşum, doğru insana sormuşum, ama bir hata yapmışım. Sonra da bir değerlendirme sonucu o yazı çıkmış. Hata olduğunu fark edince de bunu söylemişim. Şimdi 20 sene sonra hangi lokantada, hangi yemeği yerken ağzınızın tadının böyle olduğunu soruyorsunuz. Sorunuzu dahi anlayamadım.Kaynaklarınız genellikle devlet miydi?Hayır. Ne alakası var? Sorunuz “Asker talimat verir, bunlar yazar”, “postalcı” gibi iğrenç iddiaların uzantısı gibi geldi.Devletin içine askeri de sokuyoruz ama daha fazlasını kapsıyor.Hiçbir devlet babayiğidi bana talimat verecek cesarete dahi sahip değil. Kimse bir tane örnek gösteremez! Örneğiniz varsa okuyucunun önüne koyun.“Talimat” köşeleri keskin bir ifade, ama biraz önce “Yanıltılmışım”, HaberTürk’te katıldığınız bir programda da 28 Şubat dönemi için “Kullanılmışım” dediniz.Aktüel dergisi bu ifadeyi “Biz maşa gibi kullanılabilen mahlukatız” gibi yayımladığı için davalık oldu ve tazminata mahkum oldu. Böyle bir şey mümkün değil. Gazeteci gerçeğe bağlılık esasına dayalı olarak elinden gelen her şeyi yapmalı. O sırada seni aldatan olabilir. Sana düşen onu olabildiğince sıfıra yaklaştırmaktır.Elinizden geleni yaptığınız konusunda içiniz rahat mı?Tabii. Hepsinde o itinayı gösterdiğimi düşünürüm, belli ilkeler içinde. İlkelerden kastım, “Muhabir arkadaşım görevini yapmıştır, haberi doğru bir şekilde masaya getirmiştir.”Andıç’ta masaya haberi getiren muhabir miydi?Yazı işlerine gelmiş haber, tekrar ediyorum, benim için doğrudur. ‘Doğru mu değil mi?” diye sorgulama hakkında sahip değilim. Önüme “Şemdin Sakık ifadesinde gazeteciler, işadamları PKK’ya yardım ediyor” diyen haber gelmiş. Bu haberin yanlış olabileceğine dair aramızda hiçbir konuşma geçmedi. Geçmesi için de sebep yok çünkü zaten belli ki resmi kaynaktan - yani savcı, emniyet, hakim, her neyse - gelebilir bu bilgi, yoksa gelemez. Ortada o dediğiniz türden isim yok, cisim yok, bir suçlama var, ben de diyorum ki “Bu alçakları tanıyalım.”Faili meçhuller işleyebileceğini köşenizde sorgularken devletin resmi makamlarının verdiği bilgiye soru işaretiyle bakmadınız.Hiçbir devlet temiz değil, bizimki dahil. Ama samimiyetle söylüyorum, gelmiş bilgi doğru olduğuna inandığım bir bilgiydi.Gazetecilik deneyiminiz süresince devletten gelen bilgilere bakışınız nasıl evrildi?Ben her zaman kuşku duyanlardan biriyim. Ama tekrar ediyorum, masaya gelmiş bilgi benim için doğrudur.Devlet tufaya düşürmeye çalışırken bu dediğiniz “bile bile lades” değil mi?Benim aptallığıma verin. (Gülüyor.)Bunu yineleyerek top gelirken yana kaçmış olmuyor musunuz?Size daha ne diyeyim? Elimdeki verilere dayanarak değerlendirme yapmışım. Hatalı değerlendirme derseniz, teşekkür ederim, hak verirsem özür dilerim.Mehmet Barlas’ın bile kovulduğu bir medyada hiç kovulmamış olmayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?Mehmet Barlas’ın meslek ve kişilik çizgisinde ne olduğunu takip etme gibi bir merakım olmadı.Emin Çölaşan’ın Hürriyet’ten ayrılması ardından kaleme aldığınız 19 Ağustos 2007 tarihli yazınızdan: “(…) ne Emin Çölaşan’a, ne bana ne de başka bir yazara baskı yahut yönlendirme söz konusudur. Buna karşılık biz de ‘ertesi gün kovulmayı’ göze almadan yazı yazmayız. Profesyonel kalitemizi -o her ne ise- bu cesaret belli düzeyde tutar.” En kovulmamış yazarlardan biri olarak…Keşke kovulsaydın mı diyorsunuz? (Gülüyor) Demek ki kovacak kadar yetenekli bulmamışlar beni. Bakın ben, kendi hesabıma işimi tüm meslek yaşamım boyunca samimiyetle ve doğru biçimde yaptığımı düşünüyorum.İstifanız saydığımız örneklerde değil, “analarını satan zihniyet” ifadeniz ardından geldi. Şu yorumu yapan birine ne dersiniz: “Hürriyet’teki işinizden örneğin Kürtlere dokununca değil ama iktidara dokununca olursunuz”?Öyle bir değerlendirme yapan varsa yapsın, ben yapmam.“Vay şerefsiz” başlığı atmanın, bir Kürt siyasetçiye atılan yumruğu “adaletin tokmağı” olarak yazmanın sizce bedeli olmamalı mı?Biri bu başlıktan rahatsız olursa, Basın Konseyi’ne gider, “Bence etik değil, şikayetçiyim” der ve o merci bunu değerlendirir, hak verilirse “Kusur var, kınamak lazım” denilir.Nuriye Akman’a 2011’de verdiğiniz söyleşide CHP’nin seçim beyannamesiyle çok örtüştüğünü söylüyorsunuz. Avrupa Konseyi’nin imzaya açtığı Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi hakkındaki çekincelerin kaldırılması maddesine katılıyor musunuz?Bu beyanda beni rahatsız eden bir şey yok.18 Ocak 2007’de DTP’ye yönelik şu ifadeleri kullanıyorsunuz: “Yerinden yönetim' mi istiyorsunuz? O zaman, yerel yönetimlerin bu ülkeyi bölmeye değil, bütünlüğünü korumaya çalışacağını nasıl garanti ediyorsunuz? Sadece Türkiye devletinin değil, uluslararası camianın da ‘terör örgütü’ dediği PKK’ya mensup kişilere hizmet sunan belediye başkanlarına bir kere olsun ‘Yaptığınız yanlıştır’ dediniz mi ki, şimdi ipin ucu onlara teslim edilsin istiyorsunuz?” Özerkliğe yönelik bakışınız değişti mi?Orada duyarlılığım belli, parçalanmayı önleyecek garanti veriyor musunuz diyorum.Garanti arayışınız sonlandı mı?CHP’nin Türkiye’nin üniter devlet yapısını bölme politikası olduğuna ilişkin bir düşüncem olsa orada bulunmam.Ne istendiğini değil, bunu kimin dillendirdiği mi önemli sizin için?Öyle, DTP’nin mazisine bakıp kuşku duymuşum ki bunu söylüyorum. Avrupa Yerel Özerklik Şartı’nı CHP hayata geçirirse bu Türkiye’nin üniter yapısını bozacak bir sonuç vermez. Bu güvene sahibim.Oktay Ekşi’nin başörtüsüne bakışı yıllar içinde değişti mi?Başörtüsü değil de türban meselesi. Bu, Türkiye’de bir ajitasyon aracı olarak kullanılmasaydı benim yazarlıktaki tavrım daha yumuşak olurdu. Üniversitelerde türbanın serbestçe kullanılmasını açıkça savunurdum.TESEV’in 2010 tarihli “Başörtüsü Yasağı ve Ayrımcılık” raporunda bir kadın sizin Necla Arat’la ikna odasına girdiğinizi söyledi. Bu doğru mu?O garip yalan söylediğini sonra kabul etti. Ben ne üniversiteye girdim, ne ikna odası gördüm. Ayrıca oradaki Necla Arat ismi de doğru değil, Nur Serter ’le karıştırıyor. A’dan Z’ye yalan bu.Siz ikna odalarına karşı mısınız?Nur Seter’in açıklaması şöyle: “Ben o çocukların eğitimden mahrum kalmamaları için mülakatım oldu.” İyi niyetli de olsa, bence hiç yapmasa daha iyi olurdu. Oktay Ekşi’nin “Alçakları tanıyalım” yazısı gibi, ikna odaları da ikide bir Nur Serter’in önüne çıktı.Bakın, türban meselesini 200 yıllık çağdaş Türkiye modeline karşıtlık aracı olarak kullandılar. Şimdi de devlet memurları arasında serbest bırakıldı, 18 yaş altındaki kesime belli bir giyim empoze ediliyor. Ben bunlara karşıyım.Meclis’te başörtülü kadınların varlığı için ne düşünüyorsunuz?Mesele yapmıyorum dersem daha doğru olur.“Merve olayı, devlete yönelik bireysel bir başkaldırı teşebbüsü ile kendi temel felsefesinden ve kimliğinden fedakârlık yapmamaya kararlı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasındaki son raundu bekliyor. Merve kızımız, kiminle dans ettiğini o zaman öğrenecek” dediğiniz günlerden farklı mı düşünüyorsunuz yoksa aynı duygulara kapılarak mı bakıyorsunuz başörtülü vekillere?Çağdaş Türkiye’ye karşıt bir mesaj verdiklerini düşünüyorum. Ama Merve Kavakçı’ya o günlerde duyduğum antipatiyle mi bakıyorum bugün diye sorarsanız tabii öyle bakmıyorum. Konjonktür değişince elbet bakışlarınız da değişiyor, oraya demir atmıyoruz. Ama Merve olayında militan bir tavır vardı. Leyla Zana ’ya da tepki gösterdim ben.Söyleşiyi okudukça oluşabilecek Kürtler ve din konularına yaklaşımınızın devletin bakışıyla örtüştüğü…Sizin HDP’ye yakın bir bakışınız mı var?Soruları bir kategoriye mi sokmak istiyorsunuz?Hayır, size özel bir soru sordum.Cevap vermemeyi tercih ediyorum.Buyrun sizi dinliyorum.Bahsettiğimiz algıya karşı resmi söylem ile hangi noktalarda ayrıldığınızı söyler misiniz?1920’lerden 2003’e kadarki dönem ile AKP dönemi söylemi 180 derece farklı, hangisinden bahsediyorsunuz.Ağırlıklı olarak ilk dönemi kast etsek de, 1915’e, yeri geldiğinde Kürtlere bakış gibi AKP’yi de zaman zaman kapsayan söylemden bahsediyoruz.Her devlet gibi Türkiye’nin de kendi koruma içgüdüsünden kaynaklanan refleksleri vardır. Bunlar söz konusu olduğunda dün, bugün, muhtemelen yarın da aynı tür tepkilerle karşılaşacaksınız. Somut örnek vereyim; 1915 Nisanı’nda yaşanan olay, yani Ermeni aydınlarını bir gece evinden toplayıp götürerek infaz etmek bir devlet için son derece ayıp bir olaydır. Bunu savunan birisi değilim, yapanları sonuna kadar lanetleyelim. Ama olaylar bundan ibaret değil, 1894’ten itibaren devletine karşı çıkmış silahlı isyanlar da var. Benim şahsi kanaatim bunun bir mukatele yani karşılıklı öldürme olduğu.Turgut Özal ’a, başbakanken çıktığımız Göcek Körfezi gezisinde “Katılır mısınız” diyerek “Bu olay Osmanlı döneminin olayı, neden biz savunmak mecburiyetinde kalıyoruz ve soykırım mı, değil mi kavgası veriyoruz” diye sordum. “Haklısınız” deyince “Ben bunu size atfen yazabilirim” diye sordum, olumlu yanıt alınca da yazdım. İki gün geçmedi, Kenan Evren Özal’ı Köşk’e çağırdı ve Özal çıkışta benim yazdığım sözlerini kastederek “Bu da nereden çıktı, biz hükümet olarak böyle bir kanaate sahip değiliz. Biz ‘soykırım yok’ diyoruz” dedi.Öteki meselelerde de kimseyle uyuşmak gibi bir derdim yok. Ama devletin önemini bilirim. Ne güzeldir Kanuni Sultan Süleyman’ın şu dizeleri “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Devletin olmadığı yerde milletin neye döndüğünü Irak’ta görüyorsunuz.O zaman “Kürtlerin de devleti olmalı” diyor musunuz?Bunu talep etmek hakları. Bunun yeri var, yeri yok. Dünyada 5 bin lisan konuşuluyor, hepsinin devlet olma şansı veya imkanı yok. Yine de bunu isteyenlere bunu meşruiyet çizgisi içinde yapmaları şartıyla saygı duyarım. Onu gerçekleştirme çabaları meşruiyet dışında bir çizgiye kayarsa “Kusura bakma” diyenlerden biri olurum.Hazal Özvarış | T24