onedio

Uçurum Haberleri

Uçurum ile ilgili tüm haberler, içerikler, galeriler, testler ve videolar Onedio’da. Uçurum ile ilgili son dakika haberleri ve gelişmelerini, yeni içerikleri de bu sayfa üzerinden takip edebilirsiniz.

trend-arrow

Popüler İçerikler

Yine Çenenizi Yormaya Geldik: Bir Milyoner Sıradan Bir Gününü Paylaştı
Dünyada gelir eşitsizliği, artık neredeyse değiştirilemez bir gerçek. Zenginler adeta bizden bambaşka bir dünyada yaşıyor bildiğiniz üzere. Lüks içinde kurdukları hayatları, sıradan insanların gündelik mücadelesinden tamamen kopuk. Onların erişebildiği imkânlar, eğitimden sağlığa, güvenlikten eğlenceye kadar neredeyse her alanda farklı bir seviyede. Bu uçurum büyüdükçe, toplumun geri kalan kesimi yalnızca temel ihtiyaçlarını karşılamak için çabalarken, zenginler kendi ayrı evrenlerinde kuralları kendilerine göre belirlemeye devam ediyor.Bir milyoner sıradan bir gününü paylaştı. Fakat hayatı pek çok kişiye sıkıcı geldi.
Para Kullanmayı Reddeden Adam: Mark Boyle
Yaşadığımız soruların çoğunun kaynağında para olduğunu düşünürüz. Bunu düşünmekte haklı da sayılırız. Banka borçları, hep almak istediğiniz ayakkabı, okulun taksitleri, evin kirası, arabanın sigortası… Her şey para ile ilgili. Parasını karşılayabildiğiniz mutlusunuz, karşılayamadığınızda ise mutsuz. Peki, bizi bu kadar mutsuz eden bir şeyi niye hayatımızdan çıkaramıyoruz?Çünkü bir kısır döngü içindeyiz. İçinde varolmak zorunda olduğumuz toplumun temeli paraya dayanıyor ve eğer parayı hayatımızdan çıkaracaksak, toplum içinde barınamayız demektir. Bunu belki biz yapamayız ama yapabilen birisi var. Sizi onunla tanıştıralım ve hikayesini anlatalım: Mark Boyleİrlandalı Mark Boyle üniversiteyi bitirip iş hayatına atıldığında hayalleri tanıdıktı. Mümkün olduğu kadar çok para kazanmak, daha büyük bir eve sahip olmak, istediği her şeyi satın alabilmek. Ve işler tam da istediği gibi gidiyordu. Bir organik gıda şirketinde yöneticilik yapan Boyle’ın limanda demirli bir yatı bile vardı.Her şey 2007 yılında başladı. Bir akşam yatında arkadaşıyla şarap içiyor ve dünyayı mahveden şeylerden söz ediyorlardı. Çevre kirliliği, hayvan katliamları, fakirlik, eşitsizlik… Konuşmanın bir noktasında Boyle aslında değindikleri tüm sorunlarda onların da payı olduğunu fark etti. Dünyadaki sorunların farkında olacak kadar duyarlıydılar ama yine de yaşam tarzları ve tüketimleri bu sorunları ortaya çıkartan kapitalist makinayı besliyordu.Üniversitedeki son senesinde Gandhi filmini izleyen ve o günü ‘hayatının değiştiği gün’ olarak tanımlayan Boyle, yatta farkına vardığı şeyler üzerine bir kez daha Hintli aktivistin felsefesini anımsadı: “Kendiniz, dünyada görmek istediğiniz değişim olmalısınız.” Boyle o akşam bir şeyleri değiştirmek istiyorsa, kendi hayatından başlaması gerektiğini fark etti.Boyle’ın ilk faaliyeti Freeconomy Community (Özgür/Bedava Ekonomi Topluluğu) isimli bir topluluk kurmak oldu. Bu topluluğun amacı üyelerinin hiç para taşımaması ve mümkün olduğu kadar az mal varlığına sahip olmasıydı. 2,5 sene boyunca Boyle böyle yaşadı. Hatta Hindistan’a kadar gidip Gandhi’nin memleketini gezdi.2009 yılında Boyle her şeyi bir adım ötesine taşıdı. Artık tamamen parasız yaşayacaktı. Para harcamayacaktı ve para kazanmayacaktı. Sahip olmayacaktı ve elindekini paylaşacaktı.“Tüketici ve tüketilen arasındaki uçurum o kadar büyüdü ki artık satın aldığımız şeylerin yol açtığı zarar ve acının hiç bir şekilde farkında değiliz. Çok az insan başkalarına acı çektirmek ister, çoğu aslında zarar verdiğinin farkında değildir. Bu uçurumun ortaya çıkmasının sebebi, para.”Boyle bu kararının ardından işini bıraktı, sahip olduklarını terk etti ve para kullanmadan yaşayacağı yeni bir hayat inşaa etmeye başladı. Gıda ihtiyacını kendi yetiştirdiği, doğadan topladığı ve takas yoluyla aldığı bitkilerle karşılıyor.Bir karavanda yaşıyor. Karavanı para harcamadan almış. Yurtdışında yaygın olan ve insanların kullanmadıkları eşyalarını ihtiyacı olanlara hediye etmesini amaçlayan Freecycle isimli bir organizasyon vasıtasıyla…Kurucusu olduğu ve kendisi gibi yaşamak isteyen insanların yer aldığı Freeconomy Community üyeleriyle birlikte bir tarlanın etrafında yaşıyorlar. O tarlaya ekim yapıyorlar, pişirdiklerini paylaşıyorlar. Kaldıkları yerin yakınındaki bir nehirde yıkanıyorlar, ulaşım ihtiyacını bisikletlerle karşılıyorlar.“Eğer kendi gıdamızı yetiştiriyor olsaydık, bugün olduğu gibi 3’te 1’ini çöpe atıyor olmazdık. Eğer kendi masa ve sandalyelerimizi üretiyor olsaydık, evimizi her değiştirdiğimizde onları çöpe atmazdık. Eğer kendi suyumuzu temizlemek zorunda kalsaydık, çöpümüzü onun içine boşaltmazdık.”Boyle yaşadığı hayattan çok memnun ama tüm dünyanın böyle yaşayamayacağını düşünüyor. Eğer bu söz konusu olsaydı, ortaya kaos çıkardı. Bu düzenin sunduklarına bağımlı durumdayız. Boyle’a göre hayatımızı kökten değiştiremesek bile yaşama şeklimizi gözden geçirebiliriz. İnsanoğlu bu dünyada geçirdiği zamanın %90’ı boyunca parasız ve daha ekolojik yaşadı. Şu anda da parayı kullanan tek türüz çünkü doğa ile olan tüm iletişimimizi kaybettik.“İnsanlar benim kapitalism karşıtı olduğumu söylüyor. Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümeyi hedefleyen kapitalismin birçok defosu olduğunu düşünmekle beraber ben hiçbir şeyin karşıtı değilim. Ben doğa yanlısıyım, topluluk yanlısıyım ve mutluluk yanlısıyım. Eğer tüm bu tüketim ve çevre yıkımı bizi daha mutlu etseydi anlardım. Ama aksine mutsuzluğun göstergesi olan her şey; depresyon, suç, akıl hastalıkları, obezite ve intihar yükselişte. Daha çok para sahibi olmak, daha çok mutlu etmiyor.”
CHP Milletvekili Binnaz Toprak: 'Erdoğan Halkın Adamı'
Seçim sonuçlarını ve CHP'yi değerlendiren CHP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Binnaz Toprak, Habertürk’ten Kübra Par’a konuştu. CHP milletvekili Toprak şunları söyledi: Yerel seçimlerin ardından 3 hafta geçti ama tartışmalar bitmiyor. Muhalefetin beklentisi; yolsuzluk iddiaları, tapeler, Twitter ve Youtube yasakları gibi yıpratıcı etkenlerle AK Parti’nin oylarının düşmesi yönündeydi ama beklenen olmadı. MHP ve BDP oylarını artırsa da CHP’nin yüzde 30’ları aşamaması çok eleştirildi. Peki Türkiye’nin kurucu partisi olmasına rağmen CHP kabuğunu neden kıramıyor, seçim haritasını neden değiştiremiyor? Muhafazakâr kesimle niye temas kuramıyor? Ne olacak bu Beyaz Türklerin hali? Prof. Binnaz Toprak’la buluştum, CHP Milletvekili gömleğini çıkarıp siyaset bilimci kimliğiyle seçim sonuçlarını değerlendirmesini istedim. Çuvaldızını iktidara batırsa da özeleştiri yapmaktan, CHP’nin eksiklerini sıralamaktan kaçınmadı… Seçim sonuçlarını nasıl değerlendirdiniz? Bu rakamları bekliyor muydunuz? CHP’nin çok büyük bir sıçrama yapacağını düşünmüyordum. 1950’den beri seçmen hep sağ partilere oy veriyor. Yüzde 30 psikolojik eşikti, aşarız diye düşünüyordum, olmadı. Türkiye’de iki kesim var. 3’te bir daha kentli, eğitimli, modern, laik ve sola yakın. Kalan 3’te ikisi ise daha az eğitimli, dar gelirli, taşralı, kendini sağ çizgiye yakın görüyor. Böyle bir sosyolojik tablo varken CHP’nin yüzde 40’lar alması çok zor. Dünya konjonktürü de buna uygun değil. Ecevit’in yüzde 40’lar aldığı dönemde tüm dünyada sol yükselişteydi. Sovyetlerin dağılmasıyla sol bütün dünyada bocaladı. 80 Darbesi Türkiye’de solun belini kırdı. 79 İran devriminden sonra İslamcı söylem kentlerin çeperlerinde yaşayanlara devrimci bir alternatif olarak göründü. Zamanında solun olduğu yerlere İslamcılar yerleşti. Bunda kendi çabalarının büyük olduğunu da kabul etmek lazım. Bu konjonktürü göz önüne almadan CHP’yi eleştirmek haksızlık. “DİNDAR KESİM AK PARTİ DÖNEMİNDE KENDİNİ ONURLU VE EŞİT VATANDAŞLAR OLARAK GÖRDÜ”  AK Parti başarısında muhafazakâr söylem mi yoksa ekonomik nedenler mi daha baskın? Dindarlık da önemli ekonomik çıkarlar da. Mitinglerde Başbakan için çıldıran başörtülü kadınların olması tesadüf değil. AKP onlara ilk defa bu ülkenin onurlu eşit vatandaşları olduklarını hissettirdi. Başbakan’ın onların anlam dünyasına hitap eden bir tarafı var. Hayat boyu Türkiye’nin elitleri tarafından aşağılanmış küçük görülmüşseniz, sizi üste taşıyan bir iktidarı tabii ki desteklersiniz. Refah Partisi döneminden itibaren o güne kadar kendi halinde yaşamış mütedeyyin kesimin başörtülü kadınları mobilize oldu, kapı kapı dolaştı. Bu çok oy getirdi. Sünni ve Müslüman olmanın da büyük payı var tabi. İnsanlar bir arkası varsa iş bulabileceğini düşünüyor. Bugün devlet dairelerindeki temizlik işlerine kadar “yandaş” değilseniz iş bulmanız çok zor. Ekonominin payı olmuştur ama asıl etmen toplumun kutuplaşmasıydı. “Aman sıkı duralım, Başbakan’a sahip çıkalım” dediler. Yolsuzluk iddialarını görmemiş olmaları mümkün değil. “Bal tutan parmağını yalar” hesabı; “çalıyor ama iş de yapıyor” diye düşündüler sanırım. Partilere bağlılığın tek bir nedeni yok. Fakirseniz bulgur makarna getiren partiye elbette oy verebilirsiniz. Biz aile sigortası önerdik, hayali bir şey gibi geldi. İnsanlar sağlık sigortasından ya da bize çirkin görünen TOKİ’lerden çok memnun. Hayatında ev sahibi olamamış insanlar için hoş herhalde. Tayyip Erdoğan karizmatik bir lider. Halk adamı olmasının payı var. Yaptıkları iyi şeyleri göz ardı etmek gerekmez. Fakat kutuplaşma siyaseti güdüyorlar ve her seferinde mağduru oynuyorlar. Bu sefer de mağdurlar çünkü “paralel yapı” var. Siyasi strateji açısından zekice değil mi? Oy için bunu yapmak doğru değil. Türkiye bu söylemlerle çok kutuplaşıyor, insanlarda nefret birikiyor. Daha öne “AKP ekonomiyi iyi yönetti” demiştiniz… Türkiye ekonomisi tabii ki büyüdü ama AKP olmasaydı da büyüyecekti. Ecevit hükümetinde Kemal Derviş’in başlattığı politikaları devam ettirdiler. Geçen zamanda gelir dağılımı bozuldu, uçurum açıldı. Önümüzdeki süreçte giderek otoriterleşen politik ortam yabancı sermayeyi kaçırabilir ve ekonomik kriz çıkabilir. Fakat AKP’nin en önemli başarısı nedir diye sorarsanız, orduyu siyasetin dışına çekmesidir. Türkiye’de bugün siyaset sıkışmışsa bunun nedeni 1980 darbesi ve ordunun siyasete müdahalesidir. “CHP DEĞİŞİYOR AMA HEMEN SONUÇ ALMAK ZOR” CHP’nin uzun süredir birinci parti olamamasını neye bağlıyorsunuz? Tek Parti döneminden kalmış, “CHP vesayetçi ve darbe yanlısıdır, din düşmanıdır” diye önyargılar var. CHP’nin muhafazakâr kesimle temas kuramadığı doğru değil mi? Doğru ama temas kurmak için çaba sarf ediyor. Kemal Kılıçdaroğlu “Bizim kılık kıyafetle işimiz yok, isteyen istediği gibi giyinir” sözünün ertesi günü YÖK Başkanı üniversitelerde kılık kıyafetin serbest olduğunu açıkladı. CHP içinde farklı görüşler var ama partinin gidişatına bakmak lazım. Başörtüsü meselesine ses etmedik. Memurlara ve milletvekillerine serbest bırakılmasıyla kıyamet kopacak sandılar ama kopmadı. Laik hukuk, laik eğitim Türkiye’nin kazanımlarıdır, bunlardan elbette vazgeçemeyiz. Ama bu mütedeyyin kitlenin dışlanması anlamına gelmez. Başörtüsüne ses çıkarmamak, muhafazakâr kesimi ikna etmek için yeterli mi? Laiklik konusunu uzun yıllar siyasetinin merkezine koymuş bir parti şimdi farklı bir tutum almaya çalışıyor. Bunun parti içinde ve halk tarafından bugünden yarına kabul görmesi, hemen oya dönüşmesi mümkün değil. Muhafazakâr kesim, CHP iktidara gelirse eski ayrımcı reflekslerin geri gelmesinden ve bu dönemde kazandıkları hakları kaybetmekten mi korkuyor? Bilmiyorum, olabilir. “Kindar nesil” lafını Başbakan kullandı. Sosyal medyaya baktığınızda büyük bir nefret söylemi var. CHP’nin oturup Güneydoğu’da, Orta Anadolu’da, Karadeniz’de neden oy alamadığına kafa yorması lazım. CHP için “halka yakın değil” eleştirisi de yapılıyor. Parti örgütlerine gitseniz, elitist diyebileceğiniz bir iki kişiyi zor bulursunuz. Aksine çok halktan insanlar. Bu önyargıları kırmak zaman alacak. CHP’nin bundan önceki kadrolarının blucin giyip Gezi’de dolaşmalarını, LGBTİ bireyleri hakkında önerge vereceklerini, mahkeme mahkeme dolaşıp davaları takip edeceklerini, hapishane raporları yazacaklarını düşünebilir miydik? CHP değişiyor, kimse farkında değil. Ama bu neredeyse 100 yıllık bir parti ve değişim kolay olmuyor. “OY VE ÖTESİ”VEYA “OCUPY CHP” GİBİ OLUŞUMLAR ÇOK ÖNEMLİ” Aziz Kocaoğlu da “CHP’nin eksiği mutfakta. Dünyayı bilen danışmanlara ihtiyaç var” dedi. Daha genç insanların partiye entegre olması gerektiğine katılıyorum. “Oy ve Ötesi”ve “Ocupy CHP” gibi oluşumlar çok önemli. Gezi sürecinde gençler CHP dahil tüm partilerden nefret ediyorlardı ama zaman içinde siyasi partiler içinde hareket etmek gerektiğini anladılar. Bu gençleri bağrımıza basmamız lazım. Tamirhanelerde, merdiven altı atölyelerinde çalışan, çok az parayla geçinmeye çalışan başka bir gençlik de var. Onlara da ulaşabilmemiz lazım. “CEMAAT BENİMLE DE ÇOK UĞRAŞTI” 30 Mart öncesi CHP’nin yolsuzluk iddiaları ve tapeler üzerinden siyaset gütmesinin stratejik bir hata olduğunu düşünenler var. CHP 17 Aralık sürecinde yanlış tutum mu aldı? Yolsuzluklar konusunda hiç ses etmemek mümkün değildi. Fakat tüm seçim kampanyası buna indirgenmek yerine acaba bunların yanında başka temalar da işlenmeli miydi diye düşünmek lazım. Ya Cemaat tartışması? 2008’deki “Türkiye’de Farklı Olmak” araştırmasından sonra Cemaat benimle de çok uğraştı. Araştırmayı birlikte yaptığımız Nedim Şener kitap yazdığı için hapis yattı. Türkiye’de farklı kimliklere karşı baskı var mı diye yola çıkmıştık. Anadolu kentlerinde sorduğumuz herkes Cemaat’i işaret etmişti. O dönem AKP ile birlikte hareket ettikleri için çok güçlülerdi. Anadolu kentlerinde işinizde ilerlemek için Cemaat-AKP koalisyonunun bir parçası olmanız gerektiğini söylüyorlardı. Cemaat’in yargı ve poliste çok güçlü olduğu yıllardır söyleniyor. Bunun ipuçlarını da gördük. Ahmet Şık, Hanefi Avcı vakaları tesadüf değil. Bunlar AKP’nin gözü önünde oluyordu. Kandırıldık iddiasına inanmıyorum, birlikte hareket ediyorlardı ama ortaklık bozuldu. Şimdi AKP, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki hayali düşman gibi “paralel yapı”yı gösterip kendini mağdur olarak konumlandırıyor. Seçimlerde Cemaat’in CHP’yi destekleyeceği iddia edildi, yakınlaşma eleştirildi… Belli ki CHP’ye oy vermediler. Genel Başkanımız defalarca Cemaat’le formel bir temasımız olmadığını söyledi. Biz kitle partisiyiz, “Cemaat neden bize oy veriyor” diyemezdik. Kemal Derviş’in “muhalefet kendi gücünü yeniden keşfetmeli, kasetlere odaklanmaktan kaçınmalı, ekonomiye yoğunlaşmalı” yorumuna ne diyorsunuz? Daha yapıcı bir siyaset üzerinden kendi proje ve politikalarımızı açıklayan bir yol seçmemiz gerektiğine katılıyorum. Kutuplaşma siyaseti kimseye yaramıyor. AKP bir dönem yüzde 60’larda oy almayı bekliyordu, onların da oyları düştü. “CHP AVRUPA’DAKİ SOSYAL DEMOKRAT PARTİLER GİBİ OLMALI” CHP’yi bundan sonra nasıl bir yol bekliyor? Eski ulusalcı çizgi mi baskın çıkar yoksa sağa açılımla merkez parti olma adımları devam eder mi? Bekleyip göreceğiz. Tercihim CHP’nin Avrupa’daki sosyal demokrat partiler gibi olması. Ama Avrupa’da da sosyal demokrat partiler düşüşte, sağ yükselişte… Evet, dünya gerçeği böyle. Marksist ütopya öldü, sınıflar yerine kimlikler öne çıktı. Sosyal demokrat partilerin kendilerini yeniden kurgulayabilmeleri kolay değil. Kılıçdaroğlu’nun bozkurt işareti yapması eleştirildi. Sağa açılım sosyal demokrat değerlerle çelişir mi? Hayır, adaya bağlı. Örneğin Mansur Yavaş sola yatkın olan, kapitalizmi eleştiren seçmen tarafından da çok sevildi. Türkiye’de bu sağ sol kategorilerini nasıl tanımlayacağımız çok karıştı zaten… “BEYAZ TÜRKLER APTAL DEĞİL” Beyaz Türklerin çok yalnız ve mutsuz oldukları söyleniyor. Siz daha önce “Marksist ve Weberian tanımlar getirmiş, Beyaz Türkler tüm iktidar araçlarını kaybetti” demiştiniz. Bu seçim sonuçları onları daha da mı yalnızlaştırdı? Beyaz Türkler tedirginler ama ümitsiz değiller. Gezi olayları umut yarattı. Gezi romantizmi biraz fazla abartılmıyor mu? Sandığa yansıyan bir sonuç çıkmadı… Romantizm meselesi değil. Türkiye’de hiç beklemediğimiz bir anda susturulmuş korkutulmuş insanlar, “Bu ülke diktatörlüğü kabul edemez” dediler. Beyaz Türk olmak küçümsenen bir değer değil mi aynı zamanda? Bugünün Beyaz Türkleri iktidarı ve parayı elinde tutanlar değil ama Türkiye’yi Türkiye yapan değerlere sahip çıkan insanlar. Diğer kesimden kaç tane sanatçı çıkıyor? Gusto, yaşam tarzı, yemek kültürü, eğlence hayatı Beyaz Türklerle bağlantılı... İnsan haklarına sahip çıkanlar da Beyaz Türkler. Küçümsemeyi doğru bulmuyorum. KÜBRA PAR-HT GAZETE
Bugün 22 Nisan Dünya Günü!
Bugün 22 Nisan Dünya Günü. 192 ülkede kutlanan günün amacı dünyadaki çevresel sorunlara dikkat çekmek... 22 Nisan Dünya Günü, ilk olarak San Francisco’da 1969 yılında düzenlenen Ulusal UNESCO Dünya Konferansında John McConnell tarafından dünyamızın yaşamı ve güzelliğini kutlayarak karşı karşıya kaldığı çevresel tehditlere dikkat çekmek amacıyla bir özel gün düzenlenmesi fikri ile ortaya çıkmıştır.
'Sanat Korkulacak Bir Şey Değil'
Türk sineması ve tiyatrosunun en önemli aktörlerinden Bülent Emin Yarar, tek kişilik Hamlet oyunu, Shakespeare’in toplumun her kesimine nasıl hitap ettiği ve sanat kurumlarının durumuyla ilgili Al Jazeera Türk’e konuştu. İhanet, aşk ve intikam... İngiliz yazar William Shakespeare’in bundan 450 yıl kadar önce yazdığı Hamlet’in özündeki duygular varlığını ve önemini koruyor. Hamlet, dünyanın en çok sahnelenen oyunlarından biri. Ancak bu yıl İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Işıl Kasapoğlu’nun rejisi ve Bülent Emin Yarar’ın performansıyla sahnelenen oyunun eşi benzeri yok. Zeynep Avcı’nın metnini yeniden düzenlediği Hamlet’te, Kral da, Kraliçe de, Hamlet de, Ofelya da aynı kişi: Bülent Emin Yarar. Bu yılki 18. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nde en başarılı yönetmen, erkek oyuncu, ışık tasarımı ve sahne tasarımı dallarında aday olan oyuna başlamadan salonun ışıkları kapanıyor ve sahnedeki kırmızı, kadifeden devasa mücevher kutusu iyice belirginleşiyor. Handel’in ‘İnci Avcıları’ çalarken mücevher kutusunun kapağı yavaş yavaş açılıyor ve içinden en değerli armağanlardan biri çıkıyor. Dünya kültür mirasının tektaşlarından Hamlet, Türk tiyatrosunun duayen oyuncusu Bülent Emin Yarar’ın vücudunda karşımızda beliriyor. Bülent Emin Yarar’la bir mücevher kutusunun içinde saklanması gereken ‘Hamlet’ oyununun yanı sıra okul koridorlarından çay bahçelerine kadar Türkiye’nin dört bir yanındaki insanlara tiyatroyu nasıl ulaştırdığını, oyunculuğu ve sanat kurumlarının son durumunu konuştuk. Hamlet’i sahneleme fikri nasıl ortaya çıktı? Ben bundan 10 yıl kadar önce Hamlet oynamak istediğimi Işıl Kasapoğlu’na söylemiştim. Gerçi çok da ayağı yere basan bir istek değildi bu. O zaman Işıl Kasapoğlu bana ‘Hamlet için sen biraz geciktin galiba’ dedi ve benim zaten az miktarda olan cesaretim de kırılmış oldu. Bunu bir daha sormama kararı aldım ve aradan zaman geçti. Bu yıl için Işıl’a Macbeth yapalım dedim. Ama sonra ne olduysa, bir şekilde Işıl ‘Gel, Hamlet yapalım’ dedi. Her ikisi de aynı anda başka yerlerde de çalışılıyordu ya da sahneleniyordu. Ama Işıl, Hamlet yapmakta ısrar edince bir şey hissetmiş olabileceğini düşündüm ve ‘Tamam’ dedim. Provalara başlamadan önce nasıl bir çalışma yapman gerekti? Ben tabii metin üzerine çalışırken, bir yandan da kaç kişiyle çıkarabiliriz bu oyunu diye de hesap yaptım. Benim hesaplarıma göre altı kişiyle bu oyun çıkabiliyordu. Yani ben Polonius’u da oynamak istediğim için beş kişilik bir oyuncu kadrosuyla Hamlet’i çıkarabileceğimizi anladım. Tabii Işıl’la da her gün haberleşiyorduk, ne yaparız, nasıl yaparız diye. Şakir Gürzümar’a götürdük, ondan da onay aldık. Peki tek kişilik bir oyun haline nasıl dönüştü? Her telefonda Işıl’a da söyledim, ‘Unutma bak ben hem Polonius’u hem de Hamlet’i oynamak istiyorum, böyle düşün’ diye. Işıl da ‘Tamam’ diyordu her seferinde. Bir gün Işıl aradı, ‘Ben okuyorum okuyorum bu metni ama Zeynep tek kişilik yazmış bunu. O zaman sen oynarsın’ dedi. Ben de ‘Oynamam’ demek durumunda kaldım. Ben tek kişilik oyunu izlemeyi de sevmem, oynamayı da. Çünkü ister istemez bir anlatıcı durumuna düşersiniz. O yüzden keyifli gelmez. Dolayısıyla ‘Ben yokum’ dedim. Işıl, ben tepki verince bir şekilde orta yol bulacağımızı, altıysa altı, beşse beş kişiyle işi çıkarabileceğimizi söyleyip beni sakinleştirdiyse de beni çok iyi tanıdığı için bu düşüncenin kafama gireceğini de biliyordu. Bu sefer ben kendimi tek başıma çalışırken buldum. Okumaya başladım ve yürüdüğünü gördüm ama bu defa başka bir heyecan sarmaya başladı beni. Hamlet’in tek başına sahnelenmesine olanak veren özellikleri nedir? Hamlet genel olarak baktığımızda zaten tektir. Hamlet’in merkezinde döner bütün oyun. Çünkü Hamlet farkına varan, ne olup bittiğini anlayan adamdır. İktidarın amcasına geçmesi, annesiyle amcasının birlikteliği onun gerçeği görmesine sebep olur. Hamlet görmeye başlar, daha önce görmediklerini. Halbuki aynı dünyanın içindedir. Ayrıca Hamlet dışında herkes mutludur ve hayatına devam eder. Sadece Hamlet huzursuzdur ve huzursuz eder. İsmini ‘Yalnız Hamlet’ gibi düşünmüştük önce ama sonra düşündük belki o ‘yalnız’ kelimesi bile fazla gelebilirmiş. Dekor ve ışık da çok farklı ve özel. Nasıl bir süreçti? Hakan Dündar dekor ve giysi tasarımını yaptı ve provalarda da hep Işıl’ın, benim, ışığı yapan Cem Yılmazer’in aklındakilere yakın malzemeler getirdi. Işıkta da böyle oldu. Yani herkesin bir parçası olduğu ve birbirinin alanına girdiği bir prova sürecimiz oldu. Bir mücevher kutusunun içinde olup bitiyor her şey, o kutunun nasıl çağrışımları var? İnsanlara farklı farklı çağrışımlar yapıyor. Orayı dünya olarak gören var, mezar olarak gören var... Bir resim gibi sonuçta, herkes her şeyi söyleyebilir. Ben Shakespeare’i bir mücevher olarak görüyorum. Düşün ki öğrenciliğimizden beri Hamlet bizim aklımızda ve ağzımızdadır. Fakat provalar başlayınca Shakespeare’i tekrar okuyorsunuz ve ‘Bu nasıl bir adam’ diye şaşırıyorsunuz. BÜTÜN KARAKTERLER İÇİMİZDE Aynı anda birden çok karakteri canlandırmak nasıl bir deneyim? Tek bir karakteri oynarken bir kişilik düşünürken, bu sefer birkaç kişilik düşünüyorsunuz. Ama o karakterlerin benim içimden çıktığını biliyorum. O her ne ise, bir haykırışsa mesela hepimizin içinde var ve onu içinden attığı zaman aynaya da bakmış oluyor. Geçen gün öğrencilerimle birlikte Ghetto diye bir oyun oynadık ve ben Kitel adlı Nazi subayı rolünü oynadım. Öyle işkence sahneleri vardı ki ve onlar öyle vahşice yapılıyordu ki, ben de oynarken, ben de dahil hepimizin içinde böyle duyguların olabileceğini fark ettim ve bir an duraksadım. Ancak aynı zamanda aynı adamın içinde aşk da vardı, fakat geri dönüşü o kadar imkansız ki, gidemiyor. Emri altındaki Musevilerle birlikte saksofon çalıp müzik yapmaya çalışıyor ama ahengi bozuyor, bir parçası olamıyor çünkü. O da benden çıkıyor işte. Hepimizin içinde bu duygular var. Biz sokakta melek diye gezemeyiz. Sadece bir günümüze baksak kim bilir neler çıkacak içimizden. Farkında olmuyoruz ya da kanıksamışız ama birine öyle bir bakıyoruz ki kötülük o bakışta yatıyor işte. Hamlet’in hikayesi bugünün 3. sayfa haberlerini düşününce çok naif kalıyor sanki. Şu an insanlar bu duygular için sayfalarca dil dökerler mi? İnsanlar dökmez belki, dökemez ya da ama izliyorlar dikkatle. Onu dinlemelerini, bu yüzleşmeleri, o şiirsel dil ile anlatışını duymalarını istiyordum. Bunun her bir kelimesinin de anlaşılması gerekiyordu ve bunların yaratıkların ağzından değil insanların ağzından çıkması gerekiyordu. Shakespeare’i okuması da, dinlemesi de, oynaması zor geliyor çoğunlukla. Çünkü onla ilgili aklımızda hep kalıplar vardır. Mesela rol kesmek gerekiyormuş gibi hissediyorlardı. İzleyiciye senin ‘naiflik’ dediğin duygunun Shakespeare’de nasıl sayfalarca betimlemelerle ifade edildiğini anlatmak da istiyordum. İNSANLAR ARASINDA GEREKSİZ BİR UÇURUM VAR Sen çok da iyi bir tenorsun aslında. Operaya nasıl girdin? Ben hayata operayla başladım ve dört yıl opera okudum. Parçam yoktu ama benim sesimi sevdiler ve bana neden bir parça hazırlamadığımı sordular. Ben de umudum olmadığını, Ankara’da kazanamadığımı söyledim. Jüri benden bir şey söylememi istedi, bir yeşil ışık yaktı; ben de ‘Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın’ şarkısını söyledim. Çok sevdiler. İkinci sınavda da ‘Ey çoban nedir kederin, yalnızlık buymuş kaderin’ diye bir şarkı söyledim. Sonra da kazandım. TÜSAK (Türkiye Sanat Kurumu) Yasası'yla sanatın halkın her kesimine ulaşıp ulaşmadığı tartışması yapılıyor, sen ne düşünüyorsun bununla ilgili? Genel anlamda gereksiz bir uçurum olduğunu okuldayken, öğrenciyken sezmiştim. Ama bunu sadece sezmiştim, emin değildim. Hep bu sezgiyle hareket ettim. Mesela yabancı bir çocuk oyunu oynadığımızda öğrenciyken, ben o karakteri yine bu coğrafyanın adamına göre oynuyordum. Ben oyunun yazıldığı yerlere ait bir adam değilim ki, olamam ki. Bunu dememek zaten taklit etmek olur. Bir de ister istemez sanatla sıradan insanın arasına inanılmaz bir mesafe konmasına sebep oluyor işte. Sanat sanki dokunulmaz bir şeymiş gibi gösteriliyor. Her yere gidemeyen bir şeymiş gibi sunuluyor. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’ndaki beş yıllık deneyiminde neler gözlemledin? Işıl Kasapoğlu ile biz orada tanıştık, 1993 yılında Macbeth oynadık Diyarbakır’da ve önceleri ekip olarak mümkün olmayacağını düşündük. Sahneye koyduk ve o kadar çok izlendi ki. Dicle Üniversitesi’nden, çevre yerleşmelerden gençler geldi ve bize sorular sormaya, eleştiriler yapmaya başladılar. İstanbul’a geldiğimde izleyiciyle tiyatro-tiyatrocu-oyun arasındaki mesafenin uzayıp gittiğini hatta bazı zeminlerde yok olduğunu gördüm. Şu andaki Hamlet’i, hiç Hamlet okumamış birinin izleme ihtimalini görebiliyorum. Çoğalmak, var olan yapı içerisinde kendini iyi hissetmektir. Ancak böylelikle birlikte çoğalabileceğimizi düşünüyorum. SANAT KORKULACAK BİR ŞEY DEĞİL Sence geri dönüşü olmayan bir noktada mıyız? En büyük üzüntüm öğrencilik yıllarımda, sokaklarda çocuk oyunları oynadığımdan beri izleyicinin tepkilerini yakından gözlemleme şansı buluyorum. O zamanlar bir banka bize destek oluyordu bir araç ve dekor arabası veriyordu. Gideceğimiz yerleri biz seçiyorduk, arabalar oraya geliyordu ve biz oyunları oynuyorduk. Bazen bir okul koridoru oluyordu bu, bazen bir çay bahçesi. Sahnesi olmayan, gecekondu semtlerinde, tiyatroya ulaşma imkanı zor olan yerlerde çocuk oyunları oynuyorduk ve aldığımız tepkiler inanılmazdı. İnsanların o bekleyişini, beklentisini biliyorum ben. Hâlâ da öyle olduğuna eminim. Rize, Çorum, Adapazarı, Samsun... Böyle gittiğimiz şehirlerden sadece birkaçı. Bence sanat korkulacak bir şey değil. İnsanın kendine baktığı her an sanat zaten. Sanat kötüye kullanılabilir mi sence? O zaman sanat olmuyor. İyi niyetle bile başlanmış olabilir ama eğer kimseye ulaşmamışsa ve gitmiyorsa mutlaka bir sorun vardır. İnsanlar eğitimsiz diyoruz ya hani, eğitimsiz insan hiçbir şeyi almazmış gibi geliyor bize. Aslında tam tersi, daha çok almaya ve öğrenmeye açıktır. Zaten bizim yapmamız gereken eğitimi olmayan insanın da alabileceği, sezebileceği, hissedebileceği bir şey çıkartmak ortaya. Sanatı başucuna koyup, ‘Siz uzaktan bakın, nasılsa anlamazsınız’ tavrıyla izleyicisine yaklaşanlar olabilir. Bazen öyle oyunlar izlerim ben de. Seyircilerin yarısından fazlası anlamamıştır oyunu fakat bunu göstermemek için ya da nezaketen alkışlamışlardır. Böyle de kandırıldık. Ama ben Diyarbakır’da yanımıza gelen bir izleyicinin ‘O çocuk iyi oynamıyor bak’ diyerek hem çok haklı olduğuna, hem de son noktayı koyduğuna şahit oldum. Bizim Diyarbakır’da ‘tiyatro eleştirmenimiz’ yoktu ki. İyi ki de yoktu. İzleyici vardı. Sen politika konuşan ya da sanatını politik bir dille anlatan bir sanatçı değilsin. 1980’lerde şöyleydi, şimdi böyle denecek bir tavrın da olmadı. Bu çizgini nasıl korudun? Bu meslek bir şekilde hayatıma girdi ve bunun için çok mutluyum. Ben öyle oyunların içinde oldum ki, okulda da böyleydim. O karakterlerle uğraşmaya başlayınca gördüm ki sanatta taraf yok. Sanat insanlığın kirli çamaşırlarını da, güzelliklerini de o kadar açıkça gözünüzün önüne seriyor ki, içinden mutlaka bazılarını alıp, seçiyorsun. Bunun insanda bıraktığı büyü, sizi kendiliğinden etkisi altına alıyor. Benim hissettiğim, kendim de dahil olmak üzere henüz kendini tamamlayamamış bir süreç var önümüzde. Sanat her defasında bana bunu gösteriyor. O ‘insan’ dediğimiz ne ise, ne demekse gerçekten biz onu bulamadık henüz. Ama ben her gün bu sahneden konuşuyorum. Her gün şunu söylüyorum, ‘Lanet olsun, ne bakımsız bir bahçe ki şu dünya, azgın bitkileri tohuma kaçmış. Pis, kaba ne varsa tabiatta sarmış içini.’ Bunu diyebiliyorum, her gün konuşuyorum. Hiç de boş konuşmuyorum. Dolayısıyla yaptığımız işin içerisinde o kadar büyük bir zenginlik var ki, ben onunla kendimi ifade etmeyi tercih ettim. Sen devlet kurumunda çalışmanın olanaklarını kullanarak Türkiye'yi turnelerle gezmiş birisin. Yeni yasa belki de bu olanakları alacak elinizden, neler hissediyorsun? Bu çok aceleye getirilmiş, iyice düşünülmeden ortaya atılmış bir süreç oldu. Biraz daha netleşebilsek, biraz daha anlama üzerine gitsek daha iyi olacak diye düşünüyorum. Sonuçta bugün elinizi attığınız her türlü yapının içerisinde bazı denge kaymaları vardır. Ama yok etmek ve sonlandırmak bir çözüm değil ve çok sığ bir düşünce şekli. Konservatuarlardaki eğitimin ciddi anlamda sorgulanması gerekebilir. Opera, bale, tiyatro, klasik müzik hepsi dahil olmak üzere bunlar bir toplumun olmazsa olmazları haline gelmeli ve herkes seyredebilmeli. Bundan da kimsenin korkmaması gerekiyor. Çünkü gerçek anlamda o zaman huzura ulaşabilecek toplum, o zaman renklenecek ve şeffaflaşacak. Hatta korkularından arınacak herkes. ‘Amerika gibi, Fransa gibi, İngiltere gibi’ diye başlayan cümleler yerine biz kendi coğrafyamıza bakıp, buna göre çözümler üretebilmeliyiz. AKM’nin (Atatürk Kültür Merkezi) durumu hâlâ çok belirsiz, en son ne oynamıştın orada? AKM’de en son Çayhane oynamıştım. İlk kez 18 yaşında bir velettim, hocam götürmüştü. Nedense işte öyle yanınızda biri olmadan kolay kolay giremeyeceğiniz bir yerdi o zamanlar. O koridorlarda ben aklımı kaybettim. Sahneye çıktığımda ise hissettiklerim tarifsiz. Baktım, bir noktaydım. Dedim ki ‘Ahh ben ileride burada mı şarkı söyleyeceğim kendi kendime.' Sonra oldu, Cyrano De Bergerac ile çıktım o sahneye elim ayağım titreyerek. 1300 kişilik salonda. Bir gün bile şikayet etmeden o kadar keyifli oyunlar oynadım ki orada. Ve şimdi öyle üzülüyorum ki orası olmadığı için. Bedia Ceylan Güzelce/Al Jazeera